Ayşe Türkay Yiğit

ARABA SEVDASI

Ayak bileklerine kadar inen lacivert eteğini giydi. Eteğin üzerine giyeceği bluza karar veremedi. Çoğu kahverengi ve gri tonlarındaydı. Hiçbirini beğenmedi. Karanlık bir renk olsun istemiyordu. Bütün dolabını döktü yatağının üzerine.

Torununun bayramda aldığı çiçek desenli, vişneçürüğü bluzu aldı eline. Hiç giymemişti daha önce. Biraz fazla renkliydi çünkü. Onu da attı bir kenara. Atmasıyla beraber tekrar eline alması bir oldu. Onu giyecekti. Giydi. Yılların alışkanlığıyla yaz-kış eteğinin altına giydiği, ten rengi külotlu çorabı eline aldı. Bir ayağını içine soktu. Tam diğer ayağını da sokacakken durdu. Hava çok sıcaktı. Giymesine gerek yoktu. Bir an düşündükten sonra fırlatıp attı odanın köşesine doğru. Başörtüsünü taktı. Aynada kendine baktı. İlk kez, eteğinin altına külotlu çorap giymemişti. Tuhaf hissetti kendini. Odanın köşesinde duran tortop haline gelmiş çorabına baktı. Bir yandan alıp giymek istiyor bir yandan ömür boyu o çorabı görmek istemiyordu. Kırk beş yılın ardından ilk kez kocası karışmadan kendi iradesiyle giyiniyordu. Yine de uzun süre baktı çoraba. İnsan alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyordu demek ki. O çorabı şimdi çıkarmazsa hiçbir zaman çıkaramayacağını düşündü. Yatak odasından çıktı. Çantasını kontrol etti. Arabanın anahtarı, ruhsat, evin anahtarı, ıslak mendil, cüzdan, iğne, iplik, dua kitabı hepsi tamamdı. Çantayı omuzuna taktı. Son kez evin girişindeki aynada kendine baktı ve çıktı.
Soluk yeşil renkli, eski model arabaya doğru ilerledi. İlk alındığında nasıl güzeldi yeşili; parlak, göz alıcı. Ya da ona öyle gelmişti. Yıllar içinde hep o arabayı kullandığını hayal etmiş, hatta rüyalarına bile girmişti. Kadastro memuriyetinden emekli kocası, arabasına dokundurtmazdı hiç. Onun arabasıydı çünkü. Kendine ait hiçbir şeyi olmamıştı kırk beş yılda. Oysa köyünden, memura varan ilk genç kız olarak ne umutlarla çıkmıştı.
Anahtarı şoför kapısının deliğine soktu, çevirdi. Yanında direksiyon hocası olmadan ilk kez binecekti arabaya. Onun arabasına. Dünyanın kapısını açar gibi hissediyordu kapıyı açarken. Kocası yoktu, direksiyon hocası yoktu. Sadece kendisi vardı. Açtığı gibi kapattı arabanın kapısını. Kapının kapanırken çıkardığı sesi dinlemek istiyordu. Ne çok laf işitmişti kocasından, arabasının kapısını sert kapattığı için. Değişik şiddette birkaç kez açtı kapattı kapıyı. Açtı kapattı. “Öküz müsün” diyen bir ses yoktu etrafta. Birkaç açma kapama eyleminden sonra bileklerine kadar inen lacivert eteğini toplayarak usulca oturdu koltuğa. Koltuğa oturduğu gibi usulca kapatmadı arabanın kapısını. Olabildiğince sert çekti. Şehir mezarlığında vedalaşmamıştı ölen kocasından. Veda zamanı şimdi gelmişti.  Geçmişin kapısını kapatmıştı sanki.
 Aynaları kontrol etti. Başörtüsünü düzeltti. Duasını okudu ve kontağı çevirdi. Debriyajdan ayağını usulca çekerken aynı ahenkle gaz pedalına bastı. Arabanın ilk hareketine yüzündeki huzurlu tebessüm eşlik etti. Yıllarca rüyasında araba kullandığını görmüştü. “Biliyorum araba kullanmayı” derdi eşe dosta, “rüyamda çok sürdüm”. İkinci vitese aldı arabayı. Kısa süre içinde de üçüncü vitese. Yeniden doğmuş gibiydi.
Ana yola çıkıp vitesi bir an önce dörde atmak istiyordu. Ana yol kavşağında kırmızı ışık vardı. Hızını düşürdü. Debriyaja bastı, vitesi boşa aldı ve usulca durdurdu arabayı. Hiç durmak istemiyordu. Bir an önce kırmızı ışık yeşile dönsün ve yola çıksın istiyordu. Aslında acelesi yoktu, bir yere yetişmek zorunda değildi. Oysa kırk beş yıldır acelesi varmış gibi gitmişti her yere. Ne kadar çabuk dönse de eve, nerede kaldın sözünü işitirdi hep. Çarşıya, pazara, düğüne, cenazeye nereye giderse gitsin hep geç dönerdi kocasına göre.
Yarı açık camdan gelen esinti, sadece yüzüne vurmuyor, ruhuna bir terapi gibi geliyordu. Ana yolda, dördüncü viteste kilometreleri ardında bırakırken sanki geçmişini de arkasında bırakıyordu. Kırk beş koca yıl geçmişti aynı yastıkta. Aynı yastıkta ama bir kez bile öpüşmeden. Öpüşmek nasıl bir şeydi acaba? Atmış yaşında bir kadının düşüneceği şey miydi bu? Bilmiyordu. Bilmediği çok şey vardı.
Mezarlığa dönen kavşağa geldi ama durmadan geçti. Biraz daha sürmek istiyordu arabayı ve trafik lambaları da ana yola çıktığından beri onu anlarcasına yeşil yanıyordu.  Yine de çok gitmeden iki kavşak sonra döndü. Ana yolda hissettiği hızlı sürme arzusu kaybolmuştu.  İki yanı yer yer meşe ve dişbudak ağaçlarıyla kaplı yolda daha düşük hızda salına salına ilerledi. Annesi öleli yirmi, babası öleli yirmi dört yıl olmuştu. Bu yıllar içerisinde bayramlarda onların mezarını ziyaret edemediği gibi onlar hayattayken de ellerini öpmeye bile gidememişti.
Mezarlığa yaklaştıkça arife günü kalabalığı da gittikçe artıyordu. Araç kalabalığına daha fazla girmek istemedi. İlk boşlukta sağa çekti ve durdu. Başörtüsünü düzeltti. Çantasını bir kez daha kontrol edip özellikle dua kitabının içinde olup olmadığını baktı. İndi arabadan. Arabanın dört bir tarafına göz gezdirerek durduğu yeri iyice yokladı. Kapıyı kilitledi ve yürümeye başladı. Vişneçürüğü rengindeki çiçekli bluzuyla yolda yürürken ki görüntüsü, ölmeye yüz tutan bitkilerin son bir yaşam arzusuyla çiçeğe durdukları gibi duruyordu.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir