ANLAMAK
Öfkeyle kravatımı gevşetip üzerine ofisin ağır kokusunun sindiği beyaz gömleğin birkaç düğmesini araladım ve kendimi rastgele, ilerideki banklardan birine attım. Ne kıt beyinli herif bunlar dedim hırsla. Bensiz bir şeyi beceremiyorlar. Hepsini kovmak vardı ya.
İşittiğim pürüzlü öksürük sesi, hemen yanımda yaşlı bir amcanın oturmakta olduğunu fark etmemi sağladı. Yüzü hafif bana dönüktü fakat hiçbir şey söylememişti. Zaten canım burnumdaydı, şimdi bir de bu adamla hasbihal edecek havada değildim. Ama bu yaş erbabı mesele dinlemeyi severdi zannımca. Ben konuşunca dinlerse, o başkaydı. Derin bir iç çekip sözde kendi kendime söylenmeye başladım.
“Her ay kaç bin para döküyorum ben bunlara. Başınızı kaşımaya vaktiniz yok, şu işi almamız lazım diyorum. Ama anketleri toplamayı unutmuş beyefendi. ‘Nasıl’ diyorum, ‘Üzerinize afiyet üşütmüşüm biraz Macit Bey, iki gündür gözümü zor açıyorum inanın’ diyor. Yahu tamam hastalık bu, neticede geçmiş olsun der şifa dileriz. O kadar da anlayışsız adam değiliz. Ama bak amca, sırf böyle bahanelerle gelmesinler diye geçen hafta tüm ekibe vitamin denen meretten dağıttım. O küçücük şişeler ne kadar tuttu aklın ermez. Şimdi nasıl geçmiş olsun der şifa diler insan? Dağıttık o kadar vitamini, insan kendine bakar biraz. Sonra şey var… O mavi saçlı, çelimsiz kız. ‘Son sınıf bilgisayar öğrencisiyim, hem okur hem çalışırım’ demişti, çalışıyor ama nasıl çalışmak! Geçen sistemde bir şey arattım, yirmi dakikada bulamadı. Ama ben demiştim. Deneyimli birini alacaktık işe, bunların öğrenmesini beklersek ohooo…”
Amca yüzümü iyice süzdükten sonra bakışlarını karşıya, denizden yana çevirdi. Sonra kafasını, onaylamak için sallar gibi oldu. Bu adam pek konuşkan değildi anlaşılan. Bankta iyice arkama yaslanıp bir bacağımı diğerinin üstüne attıktan sonra söze devam ettim.
“Dünya çok değişik bir yer olmuş. Herkes kendi derdinde. Hoş, biz de kendi ekmeğimizdeyiz ama olması gereken bu. Herkes kendinden verecek mecbur. Çarklar böyle dönüyor.”
Göz ucuyla amcaya baktım. Düşünceli bir şekilde denizi seyretmeye devam ediyordu. Boğazımı temizledim. Başta hiç istemediğim hâlde lafa girmesi için sordum.
“Haksız mıyım bey amca? Sizin zamanınızda da bu işler böyle değil miydi?”
Amca manidar gözlerle bana bakmaya başladı. Birkaç dakika geçmesine rağmen ağzından bir şey dökülmeyince adamın konuşamadığına kanaat getirmiştim. Yazık diye geçirdim içimden. İnsan insanı nasıl anlar ki konuşmadan? Şu yaşta derdini nasıl anlatacak adamcağız?
Bu kez de amca için derin bir iç çekip söze girdim.
“Ah, insanın insanı anlama meselesi… Kendimi övmek olsun diye demiyorum ama sahiden anlayışlı adamımdır. Her patron benim gibi olmaz. Bütün çalışanlarımın huyunu da bilirim, ne yiyip içtiklerini de. Zaten öyle herkesi de işe almam. İyice seçerim. Kimin ne olduğunu gözünden anlayacaksın. Böyle böyle insan sarrafı oluyoruz biz de.”
Oturduğum yerde dikleştim. Güneş de tam gözüme geliyordu. Başımı yoldan tarafa çevirmek zorunda kaldım. Yine yoğun bir trafik vardı, arabalar vızır vızır geçiyordu. Yolun karşısından bize doğru hızlı adımlarla hareket etmekte olan bir oğlan gözüme çarptı. Aceleyle kaldırıma geçmeyi başarınca başını kaldırdı, göz göze geldik. Sonra bakışları yanımdaki amcaya kaydı. Adımlarını daha da hızlandırıp oturduğumuz banka doğru ilerlemeye başladı.
Dibimizde durduğunda onu yabancı gözlerle süzdüm. O ise yanımdaki yaşlı amcaya yöneldi, parmaklarıyla anlamadığım işaretler yapıyordu karşısında. Kaşlarımı çatıp ayağa kalkan ve artık gençle beraber uzaklaşmaya başlayan amcanın arkasından baktım. Herhalde gelen oğluydu. Başımı sallayarak önüme döndüm. Hava da gerçekten çekilmez olmuştu. Bileğimdeki saate göz attım. Tekrar ofise yürümeden önce kafamda ne zamandır konuşamayan insanlarla işaret diliyle anlaşıldığına dair bir soru dönüyordu.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.