Rukiye Taşkın

KUTUP GECESİ’NİN KIRMIZI HATTI

Laponya, Aralık 1909

 Karanlık, gökyüzünü iki ay boyunca bir trolün yumruğu gibi ezdi. Güneş ufukta ince, kırmızı bir yara izi olarak belirip kayboldu, ardından rüzgârın uğultusuyla dolu sonsuzluk uzandı. Haritada unutulmuş bir nokta olan Pöyrisjärvi Köyü, bu uçsuz bucaksız boşlukta küçülmüş evleriyle karın altında nefes alıyordu. Bacalardan tüten duman, Norveç halk efsanelerindeki boğulmuş denizcilerin sisli fısıltılarıyla göğe yükselen draugrları andırıyordu.

Burası Kuzey İskandinavya’nın Fennoskandiya sınırındaki Sámi topraklarıydı; trollerin dağlarda gizlendiği, Nøkk’lerin donmuş göllerde keman çalarak ruhları çağırdığı, mitlerin hâlâ capcanlı soluduğu bir coğrafyaydı.
Ritva’nın evi köyün batı yakasındaydı, Matti’ninki doğuda. Aralarında iki kilometrelik karla örtülü bir patika uzanıyordu; belki de inek kuyruğunu saklayarak dolaşan orman perisi Huldra’nın gölgesiyle birlikte.
Huldralar, önden bakıldığında nefes kesici bir güzelliğin vücut bulmuş hâli olarak belirir; kestane rengi saçları ve derin, büyüleyici mavi gözleriyle bakanı bir çırpıda esir alırlardı. Ne var ki, bu esrarengiz cazibelerinin ardında gizli bir sır yatar, bir erkeğin bu sırrı görmesi ise uğursuzluk sayılırdı. Çünkü arkadan bakıldığında sırtları, çürümüş bir ağaç gövdesinin içi gibi oyuk olduğundan, kuyrukları hemen göze çarparak gerçeği ele verirdi.
Bu varlıkların sesi öyle eşsiz, öyle büyülü bir tınıya sahipti ki, çıkardıkları melodiler duyan herkesi bir solukta büyüler, tarifi imkânsız bir hayranlığın girdabına sürüklerdi.
Eğer bir ölümlü erkek, bu doğa perilerinden biriyle evlenirse ve kilisede parmağına Draupnir’in damlayan altınından bir yüzük takarsa Huldra’nın kuyruğu düşer, oyuk sırtı düzelir, tıpkı mutlu kadınların evliliği gibi uzun, huzurlu bir geleceğin kapıları ardına kadar aralanırdı. Ancak reddedilir veya ihanete uğrarsa, bu güzel yaratık anında korkunç bir öfkeye kapılır, adeta çıldırırdı. Sadakatsizi ya acımasızca öldürür ya da ömür boyu sürecek bir deliliğin karanlık dehlizlerine hapsederdi.
Köylülerin anlattığına göre, kış gecelerinde dışarıda unutulan yeşil iplerle asılı kalp çelenkleri, yakın zamanda bir Huldra’nın baştan çıkarıcı ezgileriyle lanetlenmişti. Yine de, on dokuzundaki Ritva ile yirmi üçündeki Matti, bir çiftlik evinde kutlanan Noel gecesinde göz göze gelene dek bu kadim efsanelere kulak asmadılar. Ritva koroda söylerken, Matti kapının eşiğinde kar botlarını silkeliyordu. Org sustu, ama uzaktan, Nøkken’in kemanı kalplerini kendine çeken bir çağrıyla her ikisine de yanıt verir gibiydi.
O akşam genç kız, annesinin her ilmeğini kutsayarak ördüğü eski kazağın kırmızı yününü söküp kapı koluna sıkıca doladı. Bu iplikler, sadık âşıklara yardım eden al şapkalı Nisseler tarafından da bereketlenmişti. Ritva kutsanmış sarmalı dışarı, kutup gecesinin yoğun karanlığına doğru salıverdi. Tam o anda Matti de kendi kapısına sihirli kırmızı yumaktan bir düğüm sabitlemişti. İpler, kimsenin görmediği bir sır gibi köyün ortasındaki köknar ağacının altında kesişerek birleşti. Lakin âşık kalpleri kıskanan, uzun bekleyişlerden taşa kesilmiş trollerden biri onları dağın zirvesinden gözetliyordu. İlk mesaj Ritva’dan geldi: Karanlıkta titreşen ip, Mors alfabesiyle -bir uzun iki kısa bir uzun üç kısa iki uzun üç kısa- ritmini vurdu, yani “D-B-M-S”. Bu ritim, draugrların denizden yükselen uğultusuna karşı bir meydan okumaydı, zira iki âşık için anlamı bu kez “Du Ble Min Sjel – Sen benim ruhum oldun” demekti.
Matti karanlıkta gülümseyerek karşılık verdi; -bir kısa bir uzun bir kısa dört kısa iki uzun (R-H-M).
“Ritva, Hjertet Mitt – Ritva, kalbim.”
Böylece başladı her gece saat on ikideki konuşmaları. İp gerilir; yavaş, titrek, kalpten mors kodlarıyla konuşurlardı.
Ritva: Bugün ayı gördüm, yalnız.
Matti: Ben de seni, hep.
Ritva: Üşüyor musun?
Matti: Seninle hayır, içim ilkyaz, kıpır kıpır.
Bu konuşmalar bazen kışın derinliğinde Nøkken’in keman melodilerine dahi karışıyordu, ancak iki sevgilinin bağıyla birbirine geçen hisler, Nøkken’in önce hipnotize edici, sonra suya çağırıcı davetkârlığına ve folklorun lanetlerine karşı bir kalkan oluşturuyordu.
Aralık bitti, ocak çöktü, kar bir metre daha yükseldi. Matti’nin ren geyiği sürüsü fırtınada dağıldı, çobanlar var güçleriyle geyikleri aradı, ancak izler karla birlikte gömülüp gitti. Son gece Matti kirpiklerinde kar taneleri kaskatı kesilmiş hâlde Ritva’nın kapısına vardı. Sürüsünün ve çobanların başına gelenleri anlatarak “Döneceğim, en kısa zamanda” dedi. Sesi kırıktı. Kızın ellerini ve ipi avuçlarına aldı, öptü.
“Bu ip bizim kalplerimiz, kopmaz; ne draugrlar ne de Nøkken alabilir.”
Gece yarısı tekrar başlayan fırtınada draugrların hayalet teknelerinin sesi işitilmişti. Ve bir hafta sonra Matti’nin kaybolduğu duyuldu, ya Nøkken’in donmuş bataklığına çekilmiş ya da bir trolün mağarasında taşlaşmıştı.
Genç kızın kalbi, sessiz bir çığlık gibi yarıldı; yine de o görünmez bağı koparmayı asla düşünmedi. Her gece aynı saatte aynı umudu fısıldadı:
“Seni bekliyorum, Matti.”
Ama beklenen ses, o boşluğa hiç düşmedi. Karın altında gerildi o görünmez bağ, dondu, zaman zaman çatladı. O, yine de pes etmedi. Yıllar, yılların ardı sıra geçti; 1920, 1930, 1940. Bağ çürüdü, Ritva yenisini ördü. Kırmızı yün bittiğinde kendi kızıl saç tellerini kattı; belki de ormanlarda artık âşık kadınlara acımaya başlayan orman Huldra’sının yardımıyla.
Annesi öldü, babası taşındı, köy ıssız kaldı fakat Ritva yerinde mıhlıydı. İpi çekmeye devam etti. Her vuruşta dudaklarından “Seni seviyorum” dökülüyor, her sessizlik anında Matti’nin gülüşünü duyuyordu. Geceleri, penceresinde beliren Nisse’lerin al şapkaları, sanki bir yeminle onu koruyordu.
Takvimler 1976 yılının ocağını gösteriyordu. Kar, yine dizleri aşmıştı; köyde sadece seksen altı yaşındaki bir kadının evinden cılız bir kandil ışığı sızıyordu. Altmış altı yıllık bir inatla titrek parmakları ipin çürümeye yüz tutmuş liflerine kenetlenmişti. O gece, tam saat on ikide ip gerildi. Onca yıl sonra ilk defa, karşıdan gelen bir yaşamla çekildi. Ritva donup kalmıştı, lakin kalbinin yeniden çarpmaya başladığını hissetti. Buz kesen parmaklarıyla yavaşça vurdu:
“Kimsin?”
Karşılık geldi:
“Büyükbabanın sürüsüyle…”
Kapı çalındı. Yaşlı kadın, bitmeyen bir bekleyişin ardından kapıyı açtı; karşısında yirmili yaşlarda, gözleri buz mavisi bir delikanlı duruyordu; arkasında ren geyiği sürüsü, elinde eski bir kırmızı ip.
Boğuk bir sesle konuştu:
“Büyükbabam Matti… Babamın babası. 1910’da kaybolduğunda babam daha üç yaşındaymış. Ailede hep anlatılır: ’Ritva’ya söyleyin, ipi kesmesin, draugrlar almasın beni’ diye vasiyet etmiş. Bataklık eridiğinde sürüyü bulduk. 1910’dan beri aynı yerdeymiş, donmuş çamurda, Nøkken’in lanetinde.”
Derin bir nefes aldı, ufak deri kılıfı açtı ve o satırları bir kez daha okudu. İpi uzattı. Kadın titrek elleriyle tuttu; ucunda hâlâ Matti’nin attığı düğüm duruyordu, altmış altı yıl önceki çözülmemiş o sımsıkı düğüm. Gözyaşları bu kez donmadı, sıcacık aktı.
“Oğlum… Gel, içeri gir.”
Genç adam evin eşiğinden içeri adım atar atmaz, Ritva ipi sıkıca iki eliyle kavrayıp onun avuçlarına sardı.
“Şimdi birlikte çekelim, beklediği son mesajı gönderelim.”
O gece, köyün iki ucu yeniden birbirine bağlandı. İp, zifiri karanlıkta kırmızı bir nabız gibi gerildi. Ritva vurdu:
“Geldin mi, Matti?”
Genç, büyükbabasının ruhunu temsil edercesine, hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
“Evet, sevgilim. Yanındayım. Yanında olacağım, hep.”
Dışarıda fırtına dindi, troller dağlarda neşelendi, Huldra ise ormanda eteklerindeki çanları çalarak dans etti.
Gece yarısı, Ritva’nın gözleri şairlere ilham veren kutsal iksir Kvasir’in tadıyla mühürlenmişçesine ebedi bir gülümsemeyle, bakışı kapıya doğru süzülerek kapandı; ruhu, fısıldaşan yıldızların altında bir ilkyazın ilk nefesinde yeniden doğuyordu. Kalbi, son kez “Seni seviyorum” diye çarptı ve sustu. İp gevşedi; kar, ince ince yokluğun eşiğine ve var olan her zerrenin üstüne tekrar inmeye başladı.
Masal henüz sona ermemişti. Sabahın alacakaranlığıyla birlikte, kırmızı ip köy meydanındaki köknarın gövdesine takılı vaziyette, karın beyaz atlası üzerinde hâlâ ışıldıyordu; donmamış, huzurun en saf tonuyla, iki ruhun bağını yansıtarak parlıyordu.
Kuzey’in kristal nefesi, Matti’nin nihai hislerini karın eşsiz dinginliğinde Ritva’ya taşıdı:
“Ben de seni… Ben de seni sevgilim, sonsuzluğa dek…”
Zira İskandinav folklorunda gerçek aşk; draugrların gürlemesini, Nøkken’in kemanını, hatta trollerin kıskançlığını dize getirir, mitlerin ve kaderin sınırlarını paramparça ederdi. Onlar için bu an yalnızca bir bekleyişin sonlanışıydı, başlayan ise zamanın ötesindeki sonsuz sohbetti.
Derler ki, o kutup gecesinin ardından gelen bazı gecelerde, iki aşığın ipinin oluşturduğu çizgiler gökyüzünün altında yeniden gerilir; en emsalsiz âşıkları ebediyete kadar birbirine bağlayan, yürek atışlarının titreşiminden örülmüş kırmızı bir nabız köprüsüne dönüşür.
Ve o köprü, iki ruhun buz kesmez hatırası olarak, Kuzey’in boğazından kopup gelen destansı bir söylenceye evrilir. Gecenin çivit örtüsünde kıvıl kıvıl yanan bu kızıl hatlar, aşkın zamanı delip geçtiği anların ebedi damgasıdır.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir