MERCAN
Gece geç saatlere kadar sokaklarda oynadıkları, gündüz yaz sıcaklarında birbirlerinin evinde toplanıp sonu gelmeyen oyunlarına devam ettikleri, kız-erkek ayırımı yapmaksızın kardeşçe kaynaştıkları, hangi evdelerse o evin annesi tarafından tıka basa doyuruldukları özgür bir çocukluktu onlarınki.
Yetmişli yıllarda, teknolojik imkânlar insanları henüz duyarsız ve bilgisiz hale getirmemişken, iki kardeşin en sevdikleri şeylerden biri de kocaman renkli atlası önlerine açıp tüm dünyadaki dağları, nehirleri, gölleri bulmak hatta birbirleriyle yarışmaktı.
“Sıra sende hadi Ladoga gölünü bul.” Mercan ve ablası çok iyi bilirlerdi o yüzden Katmandu nerenin başkentidir, dünyanın en büyük gölü hangisi ve en yüksek dağ nerede, kaç metredir. Kamçatka yarımadası nerededir, en çok yanardağ hangi ülkededir? Biri on, diğeri on iki yaşındayken onlara Nazım Hikmet okuyacak yaşa geldiniz deyip ufuklarını açan bir de dayıları vardı üstelik, piyango niyetine. Kuçuradi’nin kim olduğunu, Cengiz Aytmatov’un nereli olduğunu onlar bilmeyecek de kim bilecekti? Üstelik ‘ecnebi’ fanfinfon’lar çalan bir evde büyüyen iki kızın Dalida’ya hayran olmalarında şaşılacak bir şey yoktu. Taç Mahal’i Ankara’da sanan insanların henüz doğmadığı, ansiklopedi okuya okuya ödev yapan ve ne şanstır ki akşam ailecek oturup içe işleyen yabancı filmler izleyen, mutlu ailenin iki güzel kızlarıydı onlar.
Mercan, daha naif, hassas ablasının tersi haylaz, atak, cesur ve özgür ruhluydu. Ablasının risk almaktan korkan temkinli hallerinden eser yoktu onda. Yin Yang gibiydiler, birinin iyisi, diğerinin kötüsü; birinin içindeki küçücük siyahlık, diğeri için yaşam alanıydı. Ailenin ilk kızı hanım hanımcık olup örnek gösterilince, bu Mercan’ın diğer fırsatları, aykırı, yasak olanı daha çok merak etmesine yol açtı haliyle. Ablasının düşerim diye korktuğu o büyük dut ağacına Mercan çıkardı. İpek böceklerine yaprak toplamak gibi kutsal bir görev için defalarca hem de. Düşmek onu caydırmazdı. Okuldan kaçardı. Saklambaç oynarken herkesin korkup onu aramaktan vazgeçeceğini bildiği için inşaata gidip saklanırdı. Her evcilik oyununda evin söz dinlemeyen asi çocuğu ‘rolünü’ üstlenirdi. Ablasının yapmaktan kaçtığı ne varsa. Onun asla başlamadığı, tadını bile bilmediği ne varsa Mercan tattı. Ablası mavi, Mercan kırmızıydı. Tabii bu durum sürekli, ‘bundan sonra gözüm üstünde’lere, ayağını denk al’lara, okumaya niyetin yoksa seni falanca terzinin yanına çırak verelim’lere, sokağa çıkmama cezalarına yol açtı. Bunlar onu hep ‘daha iyi olmanı istiyoruz’ şablonuna sokmaya yönelik ebeveyn tepkileriydi. Ama ayağını denk almadı Mercan çünkü ona göre zaten denkti.
Ablası da boş durmadı haliyle bütün bunlar gözünün önünde olurken. Mercan’ın ‘avukatı’ oldu. “Bir daha devamsızlık yapmayacak, ben kefilim, onu okuldan alırsanız ben de okulu bırakırım,” diye ses yükseltmeye başladı. Neyine güveniyorsa. Elini Mercan’ın sırtına koydu anlayacağınız. Giderek ablası hep korumacı, gözeten, akıl veren, bak doğru yol burada diye gösteren, ses yükselten ama Mercan da hep başka yollardan yürümek isteyen, o sesi umursamayan oldu çıktı. İkisini de yordu hayat. Birini hep yol gösterici rolüyle, diğerini de ‘isyankâr’ rolüyle yordu. Biri hep ‘güçlü’ olmak zorunda hissetti, diğeri ‘bağımsız’. Birinin ‘gözü hep üstündeydi’, diğeri ‘bunalan’. Ama her ikisinin de amacı kendileri olarak, kendilerinin inandığı doğrularla ve kendileri gibilerle hayat yolunda yürümekti. Kendileri gibilerin az olduğunu canları yanarak anlayacaklardı. Dolayısıyla siyah ve beyaz olarak yolları ayrıldı, temel ahlak, düzgün insan olma kriterleri tek ortak paydaları olarak kalsa da. Sonuçta ortak genetik materyali paylaşan iki kız kardeş olarak ne kadar ayrı yürüyebiliyorlarsa öyle yürümeye başladılar.
Mercan’ın büyüdükçe kurduğu hayaller, yaptığı hatalar da büyüdü ve bu dünyanın ona dar gelmeye başladığını daha fark eder oldu. Kafası diğerlerinden farklı ve daha erken çalışmaya başlamış çocukların yetişkinlik dönemi kâbusudur bu: Hayatın onlara yetmemesi, çevrelerini saran kof kalabalıkla bütünleşememek, kafeste hissetmek.
Giderek Claude Monet’i bilmem nerenin devlet başkanı sanan arkadaşlar edinmektense yalnız, az, öz kalmaya karar verdi. Yalnız bırakılmaktan ziyade seçtikleriyle yetindi demek daha doğru. Yürüdüğü yollardaki dikenleri tek başına aşmanın gereksiz çaba olduğunu fark edip akıntıya kürek çekmeyi bıraktı. Ama asla teslim olan, boyun eğen de olmadı. Aykırı olduğunu görünür kılmaktan vazgeçti sadece. İsyan ettiği, haksızlık saydığı her ne varsa içine gömdü ama bırakmadı. Telefonu sessize almak gibi. Buna da kendince bir tanım buldu: Demlendim artık.
Büyük kayıplar verdi, pişmanlıklar yaşadı, defalarca düştü, dizleri kanadı, canı yandı ama kalkıp üstünü silkeleyip oyuna kaldığı yerden devam etti her seferinde Mercan. Sert rüzgârların şekil verdiği kayalar gibi dayanıklı ama biçimli şekilde yıllara meydan okudu kırmızı Mercan.
Dünyanın en yüksek dağı hangisidir Mercan, okyanusun en derin noktası neresidir cevap ver, sıra sende. İdeal hayat var mıdır, varsa nerededir, kalbini görebilen insanlar hangi taşın altında gizlidir, hadi söyle zaman doluyor. Ayağını denk alabildin mi Mercan?
“Ablacım senin ineceğin durak burası, ” diyen dolmuş şoförünün sesiyle irkildi Mercan’ın ablası, sıkışık dolmuştan attı kendini aşağı. Varacağı yere varmıştı!
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Bir solukta okudum
Duyguların bu kadar güzel ve anlaşılır
ifade edilmesinden çok etkilendim.
Son cümleden sonra yüzümde mutlu bir tebessüm vardı… Tebrik ederim
devamını dilerim
Çok sevdim. Kırmızı Mercan hikayelerinin gelsin devamı.