Zerrin Saral

KENTLER ÜZERİNE YAZILMIŞ ESERLERE GENEL BAKIŞ

Kentler üzerine yazılmış eserleri belirlemek, bir araya toplamak başlı başına kapsamlı, titiz bir araştırmayı gerektiriyor. Uzun zamanları kapsayan çalışmalar. Yazımda ele alıp değineceğim eserler; kendi okuma evrenimde beni en çok etkileyenler arasında yer alırken diğer yandan düşünme biçimimi dönüştüren, zihnimi esneten, kavrayışıma yön veren okumalar içinden seçtiğimi söyleyebilirim. O yüzden dileğim; değineceğim eserleri ve yazarlarını, kentler üzerine temsili örnekler olarak değerlendirmeniz. Elbette, hatırlayamadıklarım olduğunu biliyorum. Henüz okuyamadıklarım da var ve umarım kalan zaman bu konuda bana cömert davranır.

Kentin farklı disiplinler tarafından pek çok tanımı yapılmıştır. Araştırmacılar coğrafi, demografik, iktisadi, sosyolojik özellikleri ön plana çıkararak tanımlama ve açıklama yoluna gitmişlerdir. Bu konu üzerinde düşünen Lewis Mumford, Weber, Simmel, Henri Lefebvre gibi sosyologlar ise tanım yapmaktan kaçınıp tarihsel süreç içinde kenti açıklama yoluna gitmişlerdir. Baktığımızda Marks Weber’in kent sosyolojisine katkıları önemlidir. George Simmel ise modern bireyin kentteki yalnızlığını, derin bir biçimde ele almış, Luıs Mumford, modern kentin eleştirisini derinlemesine yapmıştır. Henri Lefebvre da mekânın toplumsal üretimini tartışan en önemli düşünürlerdendir. Ve buna rağmen kentin tanımı yapmaktan kaçınmış olmaları ilk bakışta düşündürücü, fakat kentin edebi metinleri tarihsel süreç içinde dönüşüme uğradığına tanıklık ettiğimizde her şey yerli yerine oturuyor.
Her ne kadar “şehir” ve “kent” sözcükleri, sözlüklerde aynı anlama geliyor gibi görünse de zaman içinde anlam bakımından farklılaşmaya uğramışlardır. “Şehir”, uygarlık yönü ağır basan, kültürel ve tarihsel bir derinliğe sahip yerleşim alanlarını ifade ederken; “kent” daha çok insan ve yapı yoğunluğuyla öne çıkan, modern yaşamın dinamizmini ve karmaşasını yansıtan mekânları anlatır.
Kent, yalnızca bir mekâna gönderimde bulunmaz. Kent aslında zaman ve mekânın diyalektiği sonucu konuşabildiğimiz bir varoluş alanı. Büyük, modern bir varoluş alanı.
İstanbul 1950’li yıllardan itibaren şehirden kente doğru büyük bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bu dönemde “şehir” yerine “kent” kelimesinin tercih edilmesi, hem romancıların hem de eserlerindeki karakterlerin bu dönüşümü doğrudan deneyimlemeleriyle ilgilidir. Kentin yeni değerleri, anlatı dünyasında belirleyici bir rol üstlenmiş; böylece eserlerin biçim ve içeriklerinde kentin dönüşüm izleri daha belirgin hale gelmiştir.
Şehir toplumsal hayata, insanlar arasındaki ilişkilere biçim veren, sosyal mesafelerin en aza indiği, ilişkilerin en yoğunluk kazandığı yerdir. Farabi İdeal Devlet adlı eserinde, ideal bir kentin mutlaka bir amacı olması gerektiği belirtmiştir. Modern kentlerin amaçları söz konusu olduğunda ekonomik gayelerin ön planda olduğunu görürüz. Daha fazla üretmek, daha fazla tüketmek, toplumun hiyerarşi basamaklarında daha üst sıralara çıkmak gibi. Farabi’ye göre en üstün iyiliğe ve en üstün mükemmelliğe ancak kentte ulaşılabilir, kentten daha eksik bir toplulukta ulaşılamaz.
Edebiyatımızda, 1950–1980 arası Türk romanının hızlı kentleşme hareketlerine tanıklık ederiz. Bu hareketle toplumsal yapıda meydana gelen hızlı değişimi, toplumu anlamaya ve anlatmaya yönelik ele alınmış edebi metinlerde görebiliriz.
Dünya edebiyatlarında roman türünün ortaya çıkması ve gelişmesi temelde sanatsal bir ilerlemeyi işaret eder. Batıda destansı öykülerin, pikaresk anlatıların öncülük ettiği türün, belli bir bütünlüğe kavuşması ve alt türlerle çeşitlilik kazanması, toplumsal yapıdaki değişimlerin de izlenebileceği bir alan oluşturur. Bir bakıma romanın tarihsel seyri; siyasal, kültürel ve ekonomik gelişmelerin anlatımı niteliğini de taşır. Roman türünün ortaya çıkışına, derebeylik yapının çözülmeye başlaması öncülük eder. Burjuvazinin oluşumu ve kent yaşantısının belirginleşmesi, toplumsal beğenilerin değişimini de beraberinde getirir.
Romanın geniş okur kitleleriyle buluşması ve bir ölçüde ticarileşmesinde endüstriyel gelişmeler ve kent kültürü etkili olur. Roman, adeta kente özgü bir tür kimliğine bürünerek, kentlerin büyümesine ve kent yaşantısının egemenlik alanlarını genişletmesiyle eş zamanlı bir süreci takip eder.
Dünya edebiyatında saygınlık kazanan ve aynı dönemde romanlar veren Balzac, Dickens ve Dostoveyski gibi yazarları inceleyen Donald Fanger, bu yazarların ortak temalarının büyük kent olduğunu ileri sürer. Büyük bir tutkuyla kent yaşamından izlenimlerini yansıttıklarını vurgulayan Fanger’e göre kentlerin çekiciliğini yaratan olgu, kentlerin geçirdiği büyük dönüşümdür. Dostoyevski’nin Petersburg’u, Balzac’ın Paris’i ve Joyce’un Dublin’i ele alması, aynı zamanda kent tarihini romanlar eşliğinde okuma imkânı sağlar.
Türk edebiyatında romanın doğuşu, Batı edebiyatlarındaki örneklerinden daha farklı bir aşamayı takip eder. Türk edebiyatında romanın bir tür olarak kimlik kazanması, bir dizi toplumsal ve siyasal değişim sonucu gerçekleşir.  
Tanzimat döneminden itibaren romanın ana mekânı, bir arada barındırdığı farklı toplumsal katmanlarla Türkiye’de kentli yaşantısının en gelişmiş örneğini sunan İstanbul olur. Dönemin ilk romanı Şemseddin Sâmi’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı (1872) ile Emin Nihad’ın Müsâmeretnâme’sinde (1872–1875) yer alan hikâyelerde olaylar çok defa İstanbul’da geçer.
İlk roman ve hikâyelerden itibaren kendine yer bulan İstanbul, türün örnekleri çoğaldıkça, mekân olmanın ötesinde bir işlev kazanarak, kent kimliğiyle varlık göstermeye başlar.
Yirminci yüzyılın başlarında köye yönelik ilginin artmasıyla, bu yönelim bir süre kesintiye uğrar. Türk romancılarının köye ilgi duymaları, siyasal gelişmelerinin sonucuyla gerçekleşir. Romanlara köyün konu olması, yazarların yalnızca bir mekân seçimi değil, aynı zamanda siyasal tercihlerinin de ürünüdür. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban (1932) ve Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf (1937) adlı romanları bu dönemin öne çıkan eserleri arasında yer alır.
Kentleşme ve kentlileşme sürecini anlatan romanlar sayıca, kentlere yönelen göç hareketlerinin ivme kazandığı 1950’li yıllardan sonra artış gösterir.
Giderek artan bir dikkatle Oktay Akbal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Hançerlioğlu, Yaşar Kemal, Attila İlhan, Muzaffer İzgü, Hasan İzzettin Dinamo ve Sevgi Soysal gibi yazarlar kentlerin değişim süreçlerini romanlarına taşır.
1950–1980 dönemi romanında kentleşme ve kentlileşme sürecinin ele alınması, toplumsal gelişmelerin edebiyat metnine ne ölçüde yansıdığını görmek açısından önemlidir. Yazarlar İstanbul’u konu alırken o dönemde şehrin semtleri ve mahallelerindeki yaşama dair önemli kanıtlar da bırakır. Bir yazarın İstanbul betimlemelerini okurken onun gözünden İstanbul’a bakabilir, dönemin koşullarını anlayabilirsiniz. Mesela, aynı dönemde şehir hakkında yazan Orhan Kemal ile Tanpınar şehrin bambaşka yüzlerini anlatır.
Huzur’da Ahmet Hamdi Tanpınar,  İkinci Dünya Savaşı sırasında Mümtaz ve Nuran’ın aşkını anlatırken İstanbul’u da başkarakterlerden biri haline getirir. Kentli kadın imgesi zariftir ama diğer yandan ulaşılmazdır. Sahaflar Çarşısı’ndan İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampusü’ne birçok farlı mekân kitabın bir karakteri gibi detaylı anlatılır.
Leylâ Erbil, Tuhaf Bir Kadın’da kentli, entelektüel, sorgulayan bir kadının düşünce akışı hâkimdir. Kadınlık, sınıf, aile ve bastırılmış arzular ekseninde gelişen bir yapıda yer alır.
Sevim Burak, Yanık Saraylar da İstanbul’un hem fiziki hem metaforik mekânları içinde kadın figürlerini ele alır. Dili parçalıdır; kent de zihin gibi bölünmüş, çatlamış bir anlatıdır.
Hulki Aktunç “Benim ülkem İstanbul değil Kadıköy” der.  Aktunç’un çocukluğu Kadıköy’dür; tersten okursak Kadıköy çocukluğudur. Ve benimsenmiş, çok sevilmiş bir çocukluktur bu. 24 farklı dilin konuşulduğu 24 ayrı milletin bir arada yaşadığı üç dinin buluştuğu şenlikli Kadıköy ve çarşısında hareketli bir çocukluk geçirir. Yaşadığı ev, Aktunç’un ilk romanı Bir Çağ Yangını’nın (1980) mekânı olarak kalmaz; başkişilerinden de biridir aynı zamanda. Yazar, bu romanının kendisi açısından olmasa da ev açısından “yüzde yüz otobiyografik” bir roman olduğunu söyler ve “Belki de ben, o’dur” diye ekler “Doğduğum yerim, Agora”. Yakın dostu Selim İleri’nin anılarında da işitilir: “Hulki, Kadıköyü’nde, Reks Sineması’nın karşısında oturuyordu. Günışığını yarım yamalak alan evde, arkadaşımın küçücük fakat şiir dolu, hep de soluk aydınlıklarla bezeli bir odası vardı. Kitaplar-kitaplar!” (*Rıza Kıraç, Yoldaşım 40 Yıl adlı söyleşiden)
Selim İleri’nin kaleme aldığı Her Gece Bodrum adlı romanda tatil için 1970’li yılların Bodrum’unu tercih eden bir grup gencin hikâyesine tanık oluruz. Her biri farklı bir duyarlılık ve yapıya sahip olan gençlerin Bodrum’da karşılaştığı ortam karşısında yaşadıklarını, bazılarının İstanbul’a geri kaçışlarıyla son bulan hikâyesini anlatır İleri.
Orhan Pamuk eserlerinde, içinde yaşadığı kenti ve insanlarını anlatan, kentli bir yazardır. Doğduğu şehir olan İstanbul’u çok sevmesi romanlarının ana mekânını oluşturur. Yaşadığı semtin İstanbul içindeki sosyal konumu, onun eserlerinde kenti, bir mekân olmanın ötesinde bir karakter olarak işlemesinde etkilidir. İlk romanını yazdığı 1970’li yıllarda, köyü anlatan toplumsal gerçekçi romanların hâkim olduğu edebî atmosferde, o sadece kenti ve kentli insanı yazmıştır.
Pamuk’un üzerine kafa yorduğu meselelerden biri de İstanbul’a ruhunu veren şeyin ne olduğudur. Kentin hayatında var olan büyük tezatlar; geleneksel ile modernin, zengin geçmiş ile mevcut yoksulluğun, batılılaşmanın getirdiği bireysellik ile hâlâ devam eden farklı kültürlerin bir arada var olmaya çalışması İstanbul’a gizemini veren şeydir. Eserlerine kent bağlamında kısaca değinirsek şunları söyleyebiliriz:
Kara Kitap, Pamuk’un eserleri içinde kentin mekânlarının, insanlarının yanında kentin kendisinin de ruhuyla ön planda yer aldığı romanıdır. Kar, kentli insan için çirkinliklerin, pisliğin, yoksulluğun üzerini kaplayan bir örtüdür. Beyaz renk masumiyet duygusunu şehre verir. Yeni Hayat’ta şehir, can çekişen bir canlıya benzetilir. Benim Adım Kırmızı’da bir katilin gözünden şehre zekâ atfedilmektedir. Yazarın zihnindeki kent imgesinin oluşmasında, kentin sahip olduğu seslerin ve kokuların da önemli bir yeri vardır. Orhan Pamuk otobiyografik eseri İstanbul: Hatıralar ve Şehir ’de 1950-60’lı yılların İstanbul’unu kendi gözünden anlatır.
1920’li yıllardan 1960’lı yıllara kadar İstanbul’u anlatan güzel eserlerden biri de Mario Levi’nin kaleme aldığı İstanbul Bir Masaldı’ya ait. Yahudi bir ailenin bu yıllarda yaşadıklarını anlatan eserde İstanbul’da kendi ülkesini arayanların hayal kırıklığı anlatılır.
Didem Madak, Grapon Kağıtları, Pulbiber Mahallesi adlı kitaplarında kadınlık, kentli yalnızlık, anne-kız ilişkilerini ele alır.
İhsan Oktay Anar’ın ilk romanı, Puslu Kıtalar Atlası, 17. Yüzyıl İstanbul’unda geçer. Romanda Uzun İhsan Efendi’nin fantastik öyküsünden bahsederken İstanbul’u da kendi gözünden tanımlar.
Barış Bıçakcı’nın romanı Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de kent mekânı Ankara’dır,  Şükran Yiğit’in eserlerinde de Ankara sıklıkla geçer.
Dünya Edebiyatında kentin konu edildiği eserlere kendi okuma evrenimden birkaç örnekle kısa kısa değinmek isterim.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda ve Mrs. Dalloway‘da mekânın kadınlar için nasıl bir mücadele alanı olduğunu vurgular. Londra sokaklarında yürüyen bir kadın ve iç sesin kentle kurduğu bağ dikkat çekicidir.
Italo Calvino’nun 1972 yılında kaleme aldığı Görünmez Kentler, Marco Polo’nun Kubilay Han’a sunduğu gezi notlarından oluşur. Kısa bölümlerden oluşan eserde zaman ve mekândan bağımsız olan 55 hayali kent aktarılır okura. Bu kentler, farklı özelliklere sahiptir. Hayali kentlerin anlatımında bir nokta dikkat çekiyor. O da kentlerin tamamına kadın isimleri vermiş olması.
Clarice Lispector, Yıldızın Saati, Yaşam Suyu adlı eserinde Brezilya’nın kentlerinde kadınları içsel bir akışla anlatır. Felsefi bir sorgulamadır bu aynı zamanda.
Venedik’te Ölüm’ü Thomas Mann “Hem Venedik tarihi hem de bugünkü haliyle aydınlar için dayanılmaz bir cazibesi vardır” diyerek tanımlar. Romana adını veren “ölüm” her ne kadar okurda polisiye bir romanla karşı karşıya kalınacağı izlenimini yaratıyor olsa da, Mann’ın “ölüm”ü olay örgüsü dâhilinde anlatmak gibi bir amacı yoktur. Bana öyle geliyor ki burada “ölüm” Venedik’in doğrudan kendisidir.
Victor Hugo eserlerinde de mekân olarak Paris’i öne çıkardığını görürüz. Hugo’ya göre
Paris, hem kalabalıkların buluştuğu bir halk şehridir hem de gerçek bir şehir modelini yansıtır. Ömürlerini tamamlayan önemli üç şehrin (Kudüs, Atina, Roma) Paris’in ruhunda yaşadığına inanır. Notre Dame’ın Kamburu 1482 yılı Paris’inde geçer.  Başta Notre Dame Katedrali olmak üzere Paris’in sokakları, caddeleri, semtleri ve tarihi mekânları romanı edebiyat tarihinde özel bir yere taşır.
Macar Edebiyatı söz konusu olduğunda akla gelen ilk gelen isim Magda Szabo. Tuna nehrinin bir yakasını eski Budin kenti diğer yakasını ise eski Peşte kenti oluşturur. İstanbul gibi iki yakası da bir su yatağı ile bölünmüş bir kenttir Budapeşte. Katalin Sokağı’nda bitişik üç evde ikamet eden üç farklı ailenin 1937 yılından başlayan hikâyelerini kent mekân bağlamında ele alarak okumak ayrıca fark yaratabilir diye düşünüyorum.
Afganistan’ın güçlü kalemi Khaled Hosseinia’nin Uçurtma Avcısı geri plandaki kentleri, o kentlerin yaşanmışlıklarını ve bu yaşanmışlıkların etkisi altındaki kahramanları anlatır.
Sevgili arkadaşım İlknur Demir’in, kent ve kadın bağlamında ele alarak kaleme aldığı Kayıp Zamanın İçinde Kent ve Kadın başlıklı makalesinden alıntı yaparak yazımı sonlandırmak istiyorum.
Proust’un evreninde aşk gibi mekân da belleğin ve zaman algısının temel taşıyıcılarından biridir. Metinde kendine yer bulan kentler, sıradan bir “tasvir” olmanın ötesine geçerek, yine bireysel hafızayı uyandıran ve geçmişi geri çağıran unsurlar haline gelir. Anlatıcı, okuru bu mekânların içinde dolaştırırken kendisi de geçmişin izlerini sürer ve kent aracılığıyla içsel bir yolculuğa çıkar. Böylece kent, bir yaşam alanı olmaktan çıkar ve hafıza alanına dönüşür. Kent anlatıcı için anıların yeniden kurgulandığı, benliğin yeniden inşa edildiği alanlardır.
Kayıp Zamanın İzinde’de iki kent vardır, Combray ve Balbec.  Combray gibi küçük bir kasaba, kilisesi, saat kulesi, anlatıcının evinin odaları ile anlatıcının çocukluk anılarının haritası gibidir.  Bir sahil kasabası olan Balbec ise anlatıcının gençliğini, aşklarını ve hayal kırıklıklarını yaşadığı dönüşüm mekânıdır.
 
İleri Okumalar ve Kaynakça
https://dergipark.org.tr
Tiken, Servet, Atatürk Ünv.Doktora Tezi, Türk Romanında Kentleşme Ve Kentlileşme (1950–1980)
Demir, İlknur, Panzehir Dergi, “Kentler ve Kadınlar” dosya yazısı,2025

 

Diğer Panzehir Dosya yazılarını okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir