Figen Alkaç

“TANPINAR’DAN CALVINO’YA ‘KENTLER VE KADINLAR’ SEMPOZYUMU” BİLDİRİSİ

Öncelikle hepiniz hoş geldiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz. Zaman ayırdığınız, çoğalttığınız ve en önemlisi mekânı genişlettiğiniz için teşekkür ederim.

Çünkü mekân; ki bugün kent üzerine de hazır konuşacağız, genişleyen bir şeydir gerçekten, içine konanlarla, içine sığdırdıkları ile değil içine aldıklarıyla genişler ve genişletir. Müze Gazhane’nin içine kabul ettikleri olarak burada olmaktan mutluyum. Birlikte düşünmeye, konuşmaya çok ihtiyacımız olan bu zamansız zamanlarda sempozyum vesilesiyle birlikte olmak hepimize iyi gelecek diye düşünüyorum. Çünkü zamanı elinden çalınan varlıklar olarak şu an zamanı elimizde tutma, farkında olarak yani sürüklenmeden bir yerde bulunma lüksüne sahibiz. Bu nedenle bu sempozyum için çok uzun zamandır emek harcayan, mekânı, konukları, konuları ayarlamak için canı gönülden uğraşan Aysel Hanım’a ve Panzehir Dergi ekibine çok teşekkür ediyorum.
Çünkü hem kendi hem de bizim zamanımıza değerli katkılar sağlayan, çoğul sesi yeniden üreten ve kamusal alan oluşturmanın tartışmacı ve birleşimsel sesine eklenmeye olanak sağlayan değerli bir çaba bu.
Sempozyum ve oturumlar gibi insanı seyirci olmaktan çıkaran birlikteliklerin, dayatılan dilin dönüştürülmesi için önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum.  Çünkü seyirci, adı üstünde sadece bakan ve olanı görendir. Dilin değişip dönüşmesi için dinleyici ile izleyiciyi üreten yapı, organizasyon ve birlikteliklerin çoğalması, çoğaltılması mühim. Çünkü dinleyici, yani duyan değil dinleyen izleyici ise (following) takip edendir. Özellikle izleyiciyi daha değerli bulan bir yazar olarak birlikte yapılan şey olarak izlemeyi çok daha değerli bulma nedenim süreç de hız da hareket de neredeyse birlikte üretilir. Bu kelimeleri neden detaylandırdım çünkü en sevdiğim kelimelerden biri olan BİRLİKTE kelimesinden bahsedebilmek için. Bazı kelimeler tekilliği yıkar çünkü. Çoğuldur onlar. Kalabalık değil çoğul. BİRLİKTE kelimesi de böyledir. Bir arada değil BİRLİKTE.
Dayatılan mevcut koşullara itirazın güçlü halkasını oluşturan bu güzelim kelimeyi gözümü kapatıp düşündüğümde el ele yani bir halaya duran, aynı yürümeye, ritme ve aynı inanca duran, bir daire oluşturan olanca ses, varlık, hareket ve kuvvet geliyor aklıma. Kendi içine de yabancı olmadan birbirine eklenen ellerin, ısrarın, vazgeçmemenin dairesi geliyor.  Çember değil Dairesi. Genişleyen ve aynı zamanda koruyup muhafaza da eden.
Tıpkı Müze Gazhane gibi mekânlar yani. Modern ve yalnız DEĞİL, aslında sistematik olarak yalnızlığa itilen insan için özellikle unutturulmaya çalışılan kelimelerle yeniden konuşabildiğimiz “bağımsız” kamusal alanlar yani. Korunması, sahip çıkılması hayati önem taşıyan.
Bu nedenle olanca zorluğa rağmen bu sempozyum çabası bizi yeniden daire olmaya inanmaya, bazı kelimelere yeniden sahip çıkmaya, yeni kelime ve anlamalar üretmeye ikna eder bizi.
Bu nedenle kişisel enerjilerimizin mülkiyetini bize geri veren birliktelikler yeni adıyla kamusal alanlar yaratan değerli çaba olduğunun altını çizerek söylediğim sempozyum ve diğer değerli emeklerin özellikle desteklenmesi, ayağınız kırık olsa da gelinip inanmanın, ısrar etmenin sürdürülmesi mühim.
Şu an salonda görüyorum ki bu konuda yalnız değilim.
Sorularla çoğalacağımıza inanan bir yazar ve insan olarak sempozyum için açılış konuşması daveti geldiğinde öncelikle neden kadın ve kentler sempozyumu sorusunu sordum Aysel Hanım’a. Kadının edebiyatta konumlanışının elbet sosyal, ekonomik ve toplumsal bağlamda ele alınış biçiminden çok farklı olmadığını biliriz ancak cinsiyetler üzerinden konumlanışın özünün tehlikeli bir şey olduğunu düşünmüşümdür hep. Kadın dendiğinde üretilen çağrışanlar ve alt anlamlarında fokurdayan kodlar nedeniyle ne yazık ki özünden sapan ya da saptırılmaya çok müsait kaygan zemin nedeniyle çoğu zaman bir varoluş, oluş değil toplumsal cinsiyet söylemi inşa edildiğini atlamamak gerek çünkü. Bu söyleme karşı geliştirilen dil volkan gibi patlayan tepki ya da direnç dili olacaktır ve bu dilin öfkesi ve bilinçli olmasa da yeniden ürettiği fark söylemi argüman, retorik ve hatta şiddet yönünden mevcut ayrımcı dil ile benzerlikler gösterecektir.
Bu bağlamda gerek nitelik gerek niceliksel olarak dil ve söylem üzerine belki de yeniden düşünülmesini kıymetli buluyorum. Bir şeyle kıyaslama, ötekiyle hizalama ilişkisini üretmeyen kendi başına üretici, yaratıcı bir güç olmayı imkânlı kılan dilin özne kurulumu bambaşka dayanıklılık noktaları üretecektir. Bu nedenle cinsiyetlerin sadece birer giysi olduğu, duygular, akıl ve hatta mekânların cinsiyetsiz olması gerektiği konusuna Deleuze’yen bir yerden yaklaşılmasının iyi bir tercih olacağı kanısındayım. Yani farkın öteki üzerinden hizalanmasının sakıncaları ve bu durumda varlığın hakikati ve oluşunun temsil edilemeyeceği bilgisi üzerinden.  Deleuze’ün kendinde bir güç olmak farkındalığı kavramını kendi kelimelerime dönüştürüp şöyle söylemeyi seviyorum:
DAYANIKLILIĞIMIZIN FARKINA VARIP BUNDA ISRAR ETMEK, en mühimi de DİRENEREK HARCAYACAĞIMIZ EMEĞİ BİRLİKTE DAYANAKLILIK ÜRETİP İTİRAZ ETMEK İÇİN HARCAMAK.
Direnmenin dili gücün dilidir çünkü ve son tahlilde güç, paradoksal çelişkilerin de yatağıdır aslında. Güç varsa güçsüzlük var, güçsüzlük varsa çaresizlik var çaresizlik varsa yıkım var.  Bu nedenle harfleri de varlığı da deviren değil dik durmayı sağlayan dayanıklılığın dili her varlığı kendi güç gölgesine yeniden bakmaya davet edecektir. Ve bu davet ile ne sessiz bir kurban ne de eril bir sürgün olunmayan bir bilincin alanı oluşacaktır. Kanımca bireyleşme ve kendinde varlık olma çabası aynı zamanda etik bir durumdur da.
Bunun yapılması elbet çok zor, farkındayım. Ancak edebi mirasın cinsiyetçi diline rağmen onun çemberine girmeden mutlak değiştirilecek, geliştirilecek ve yeni anlamaları üretecek dilin kelime bazında yeniden ve tek tek ele alınması, kolektif hafıza ve niyetlerinden silkelenmesi gerektiğini savunuyorum. Bu nedenle konuşmamı sorular, kelimeler ve yeni düşünmeler üzerinden yapmayı tercih ettim. Umarım yorucu ve sıkıcı olmamıştır.
Aslında bu bir açılış konuşması değil farkındayım ancak bu sempozyum sayesinde zaten düşündüğüm ama oturup yazmadıklarımla yüzleştiğimi fark ettim. Bağışlayın bu nedenle bir bildiri gibi oluyor konuşmam. Niyetim bildirimi, konuşma metnimi çıktı alıp kıymetli dinleyicilere dağıtmak ve BİRLİKTE cümle cümle düşünmekti ancak kırık ayağım beni buraya gelirken çok yorduğu için unuttum.
Konuşmama devam edersem, yukarıda bahsettiğim dilin yeni tanımlara da ihtiyacı olduğunu bu nedenle erkek=akıl, kadın=beden dikotomisinin ayrıştırıcı dilindeki tanımlardan uzak durulması ve yeni tanımların üretilmesi önemli. Yazar ve insan Figen Alkaç’a göre, iki ayrı tür olarak erkek ve kadın; ilkin rasyonel düşünceyi önceleyen cinsiyetçi patriyarkal kültürün kodlarını silkeleyip büyüme noktasından ikiye bölünerek yani dallanarak ama aynı kökten olmanın bilgisine yeniden ulaşması gereken varlıklardır.
Yani duygularla hep yeniden üretilen cinsiyet kodlarıyla değil hisler aracılığıyla kök bilgiye varmaya, atfedilen değil hissettikleriyle ürettiği değerlere dikkat kesilmesi gereken varlıklardır. Çünkü duygular her ne kadar hisleri destekleyici olsalar da kompleksle ve toplumsal referanslarla şekillendirilirler. Duyguların ürettiği, şekillendirip imalar ve sanmalarla doldurduğu mekânlar olan kentin de yeni tanımlara ihtiyacı vardır.
Onun da kelimelerine tek tek bakılmalıdır. Tabelalarına, sokak ve duvarlarına (Leyla Erbil’in kentleri gibi) ev içlerine hatta perdelere, aynalar, fotoğraflara… Yeniden kelime kelime, harf harf bakılmalıdır. Bu bakışın yeni dili direncin değil kendi potansiyel, hareket ve konumlanışını her defasında varoluş hakikatine koşullayan bir inanma ve dayanıklılığın dili olmalıdır. Karşı değil rağmen üretilecek yeni dil için öteki üzerine yığılan mevcut dilden soyunmak şarttır ve bu hepimizin sorumluluğudur. Bunun için de öncelikle ayrışmayı üreten içimizdeki kurban ve zorbayı tanıyıp sorumluluğunu üstlenmeliyiz.
Konuşmama Aysel Hanım’a sorduğum diğer soruya dair düşüncelerimi paylaşarak devam edeceğim. Neden Kadın ve Kent hep yan yana düşünülüyor ya da konuşuluyor?
Asıl hakikatine yani sahibine bırakılması gereken varlıklar olarak kent ve kadın neden hep üzerine konuşulan oluyor? Ve ne yazık ki bilinçli olarak yaratılan bu ortak akıl ve vasatın dili yok sayılmak yerine fark edilmeyen niyet ve ürettiği ayrımcı dile rağmen neden aynı retorikle üretilmeye devam ediyor? Neden Yazar ve Kentler’i konuşmuyoruz mesela? Kentle ilişkilenmenin zamanla değişen içeriğini, maksadını. Neden konuşmuyoruz? Konuşmamın sonunda Türk ve Dünya edebiyatından örneklerle yazar ve kentlerinden ve bu ilişkilenmenin yön, yapı ve form değiştirmesinden bahsedeceğim için öncelikle kent nedir, neresidir ve neden kurgulanmıştır ona bakalım.
Kenti düşünelim o vakit. Metropolis’i. Aklın beden için planladığı, organize ettiği bir yer olan kenti. Kamusal öznenin görünür kılındığı ve başlangıçta tek öznenin olduğu. Bu öznenin az önce bahsettiğim V harfinin düşen tarafı, öteki üzerine yığılan tarafı olarak erkeğin olduğu.
Cinsiyetli bir beden olarak buraya fırlatılan erkeğin de asla tam olarak yerleşemediği ve hep eksik olacağı bilgisiyle hep bir dış mekân olarak konumlandırdığı kenti konuşalım. Konuşmamda hep sözünü ettiğim sıradanlığın, yataylığın ürettiği kötücül dilin saklandığı mekân olan kenti.
Bu kadar dikey ve sınırları net iken adının (Metropolis) neden dişi olduğundan başlayalım ilkin. Evet Metropolis kelimesi Antik Yunan’da anakent, ana şehir demektir. O zaman büyük harflerle şunu diyebiliriz. Kent asıl hakikatine bırakılmayan, kendi anlamından kovulan ve içi başkaları tarafından doldurulan bir kelimedir. Ve burada dişil varlık olarak kadının kentin dışındaki iç olarak konumlandırılmış olması ve daha en başından beri kentin kovulanı olması da tesadüfi değildir. Platon’un Devlet’indeki beşinci diyaloğu ve Yasalar’ın da kadınların filozof olabileceğine dair imalarına rağmen, kentin biri olmadan diğeri de olamayan ama birlikte olmalarını da olanaksızlaştıran teleolojik bir mekân olarak çok uzun zaman varlık göstermiş ve halen bu bağlamda varlık gösteriyor olmasına dikkat çekilmelidir ilkin. Bu nedenle asıl amacını saklayan KENT’in dışarıdalığı, tekinsizliği, kaybolmayı üretmesi, kaybın sorumlusunu dışındaki içte araması yahut o içi dışlaması ve bu durumun zamanla meşrulaşması bizi şaşırtmamalı. Tarihsel süreçte kentlerin Türk ve Dünya edebiyatında uzun süre eril öznenin duygusal, toplumsal ve estetik deneyim alanı olarak kurgulanmış olması, yalnızlığı bir tehdit olmaktan çıkarması sürecinden sonra Rönesans sonrası artık kadının alegorisi ve modernitenin bedeni olarak da var olduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle de kentte dışarıda bırakılan iç olarak var olan öteki varlık olarak kadın imgesinin kaybı, öfkeyi ve erkeğin kendi içindeki eksikliği sembolize ettiği şekilde konumlandırılışı uzunca süre edebiyat ve anlatının aktörü rolünü de üstlenmiştir elbette. Yeni bir hafıza ve dilin mekânı olarak kentin, kapitalist modernitenin hem erotik hem de yabancılaştırıcı yüzüne evirilmesi zaman almış olsa da; Benjamin’in Pasajlar’da Baudelaire’in flaneur’u için kalabalığın erkeğidir, demesi, çünkü kadın gibi davranabileceğini, baştan çıkarsa da teslim olmayacağını söylemesi oldukça manidardır. Süreç içinde kadın, kontrol edilemeyen parça olarak cinsiyet kodlarına sıkışıp kalmamış, ısrarı sonucunda kendi hakikat ve varlık arayışı ile kentin yerleşiği olmuştur. Artık camdan baktığı değil sokaklarında rüzgârı giyindiği ve onu eşlikçisi yaptığı bir mekânsal özgürlük alanı üretmiş olması “RAĞMEN” kelimesinin genişliğine olan inancını hiç kaybetmemiş olmasındandır. Çünkü “inadına” kelimesi dardır. Her harfiyle hem de. Bu nedenle kadının kente geçişi sadece mekânsal bir göç değil, dilin de göçüdür aslında. Oradalığın, bulunuşluğun göçü ve dili değil, kendinde varlık oluş bilgisinin ve onun dilinin göçüdür. Çünkü bulunuşluğun dili, kentin sahnesinde hep görünür olanın, olmak zorunda bırakılan belki de istemese bile oraya fırlatılanın; erkeğin, bilincinin değil kopmalarının, ayrılışın, kaybın ve sahiplenemediği için yansıttıklarının temsil dilidir çoğunlukla. Ve bu dil; bir özneyi yani özne olarak kadını değil, anlatsa anlatsa ancak içine fırlatıldığı ve çıkmaya da çoğu zaman yeltenmediği ona da batan (belki de) dikeyliğin sert kuralları nedeniyle sakladığı, korktuğu ve hatta ihtiyacın acizliğine karşı ürettiği inkâr dili için bir araç ya da nesne olarak anlatan bir dildir. Bu nedenle sözünü ettiğim bu bulunuşluğun dili ve kümülatif özne kurulumundaki rolü, konusu yeni bir sempozyum konusu olarak tartışılabilir kanımca.
Buradan hareketle kente yürürken elbet mevcut dilin içinden hareket eden kadının süreçte onu zorlayıp, dönüştürüp değiştirerek sürdürdüğü dilsel göç, kültürel, toplumsal ve edebi mirasın cinsiyetçi dilinden kendi hakikat diline yerleşene kadar süren, sürecek olan ve yeni düşünmelere alan açan bir dil olacaktır, olmalıdır. Mekânsal olarak yer değiştiren kadının travmalarının, özne kurulumunun ve görünür olmasının da alanı olan kentin poetikasını yeniden üreten çalışmalarıyla Elizabeth Wilson, Henry Lefebvre, Doreen Massey’in kulaklarını çınlatmadan geçmek istemem. Sadece kulaklarını çınlatıp geçmezsem bu konuşma bitmez çünkü.
Artık çok seslileşen kamusal alanın ve bu sayede oluşan yeni hafızanın oluşmasında mekânın öneminin farkında düşünürler sayesinde anlatı dilinin temsil edilemeyen ötekileri olmaktan çıkanlar kendi dayanıklılığının dilini hep yeniden üretme fırsatı bulur, bulmuştur, bulacaktır. Tıpkı şu an Gazhane’de bizlerin yaptığı gibi.
Şu an bizim de yaptığımız gibi birlikte ürettiğimiz çoğulluk sayesinde içsel karmaşa ve travmalarıyla yüzleşemeyen, sezgiyi sadece kadınsal bir nitelik olarak tanımlayıp yok sayan cinsiyetçi dilin temelleri çatırdamaya başlayacaktır hiç şüpheniz olmasın. Üretilecek bu yeni dilin niteliği, varlığı bir tehdit gibi görenlerin aynasını kırmak için değil kendi yatağını oluşturmaya çalışan bir nehir dildir. Akarken önüne düşenleri toplasa da zamanla verimli bir alüvyon olmayı engelleyen çeri çöpü yatağının dışına sürecektir.
Bu nedenle bu nehrin alüvyonuna özellikle de kadın ve kent özdeşliğinin bağlamına çeri çüpü atıp yerine geçecek nitelikli katkılar sağlayan, bağlam, retorik açısından Adorno, Horkheimer, Derrida ve İrigaray’ın da belirttiği gibi logocentric anlatının dışında yeni bir bakış ve dil üretebilen yazarlarla sürdüreceğim konuşmamı.
Cinsiyet tuzağına düşmeden, düşmeyen, düşmüş olduğu eserleri olsa da yine de bu dilin uzağından yazmayı deneyen, niyetlenen yazarlarla sürdüreceğim.
Duygularına sahip çıkabilen, yansıtarak saklanmayan, kendi bilincini coğrafyası yapan, etik ve varlık sorununu kendi dil topografyasında deneyimleyen, kent cinsiyet ilişkisine, bağlam ve içeriğine kent bilincindeki kolektif hafızanın kir ve pasından bakmamayı öğrenmiş, denemiş, ısrar etmiş yahut sonradan fark etmiş ve içerik olarak değiştiren, dönüştüren ve hatta yeniden üreten yazarlardan biri elbette Bilge Karasu’dur.
Özellikle Gece ve Kılavuz kitaplarında kenti simgesel ve ontolojik bir yerden kurgular Karasu. İlişkilenme biçimi cinsiyetli değil, insan ve onun saklandığı karanlığa baktığı yer olarak konumlar kenti. Ne erkek ne kadın olmayan kentin sesini duyarız Kılavuz’da. Kimsenin olmayan ama devam eden tıpkı bilinç gibi kendi üzerine kapanan kentlerdir onun ki.
Dünya edebiyatından Toni Morrison hakeza. Jazz kitabında Harlem’i Joe, Violet ve Helena üzerinden öyle bir anlatmıştır ki bir öteki olarak siyah insanın varoluş bilincinin eşlikçi karakterlerin kenti olur Harlem. Kamu işaretleri kılığına girmiş gizli mesajlar gönderen çok sesli olmasa da tanıklığındaki hakikat nedeniyle kentin konumlanışı kent varlığının yeniden tanımlanması bağlamı için güzel bir örnektir.
Leyla Erbil Tuhaf Bir Kadın’da Füsun ve Selim üzerinden ve Karanlığın Günü’nde Zeynep ve Hikmet üzerinden kenti politik olarak ayrıntılı bir şekilde yeniden betimler. Anlamın çoğalması bağlamında ele alınır kentin politikleşmesi. Kent insanın değil, düzenin nefes aldığı bir organizmadır ona göre. Örneğin Kadın adımlarının sesinin yerine Devletin ayak sesiyle dolu sokaklardır kent, Tuhaf  bir Kadın kitabında. Aralık veya çatlak bir yerden ilişkilenmez kentle Erbil. Somut gözlemlerle de yansıtır. Devletin elinin duvarlarda olduğunu, her tuğlada bir emirin her sokakta bir susturmanın olduğunu söyler Karanlığın Günü kitabında. Sıkışmanın, soluk alamamanın kelimeleriyle okunan bir kenttir onunki. Caddelerin de cümleler gibi birbirine karıştığı, bir sokak adının bile birden çok anlam taşıdığı suskun tabelaların mekânıdır kent Karanlığın Günü’nde.
Simone de Beauvoir İkinci Cins kitabında Paris’i ahlâki bir deneyimin alanı olarak anlatır mesela.
Orhan Pamuk hakeza. Kara Kitap ve İstanbul: Hatıralar ve Şehir’de hem Galip ve hem de kendini kente bir bellek olarak yansıtmıştır. Onda kaybın belleğidir kent. Ama şehir hatırlayandı, der Kara Kitap’ta mesela. Kaybolanların yüzüyle yazılmış bir İstanbul’dur onun ki. Karanlık sokaklarda peşe takılan gölgeler gibi geçmişi kimse hatırlamazdı, der. Aslına bakılırsa kenti duygunun mekânı değil belki düşüncenin ve hatta kimlik kurulumunun mekânına dönüştürür. Kentin hüznüyle kim olduğunu hatırlayan bir varlığın sahnesidir kent onda.
Olga Tokarczuk’un Koşucular kitabında da modern zaman seyahatleridir kent. Onun kentleri aşkın bir deneyim sunar okura. Yani yeniden ben’in neden, etki, özne ve nesne bağlamında kurulduğu bir yerdir.
Tutunamayanlar’ın kentleri de benzer deneyimler sunar. Kent iç monoloğun alanıdır Atay’da. Gerek Selim Işık gerekse Turgut İstanbul da kaybolurlar. Kent onlar için bir varlıktır ancak kültürel, sosyolojik değil psikolojik bir varlıktır.
Aslı Erdoğan Mucizevi Mandarin’de kent ile varlık ve var olmak kavramlarını ne’lik ve nasıl’lık bakımından yeniden üretir. Binaların yüzleri vardı der, yürüdükçe taşların içinden kendi yankısını duyar. Dışarıda şehir içeride şehir. Hangisi bendim, hangisi gece, der. Onu doğuran kentte nefes alamayan olarak sınır deneyiminin alanını sorgular durur.
Mesela Tanpınar, Beş Şehir denemesinde ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Hayri, Dr. Ramiz, Halit üzerinden İstanbul, Bursa, Konya ve diğer kentleri kendi zaman ve bilincinin, arzularının değil medeniyetin sürekliliğini önceleyen bir perspektifle anlatır. Elbet Huzur’dan farklı olarak. Bu bağlamda kanımca sempozyum başlığı olarak Tanpınar’ın seçilmesi hoş olmuş. Çünkü kanımca Esendal gibi o da düşünürken Ankara gibi hissederken, kalbine inanır ve güvenirken İstanbul gibidir. Konuşmam boyunca sözünü ettiğim durum bu iki yazarın metinlerinde açıkça fark edilir. Beş Şehir’deki Tanpınar ile Huzur’daki Tanpınar neden farklıdır? Kent, kadın ve kendisiyle kurduğu dilin açmazları, yön değiştirmeleri ve kırılma noktaları nelerdir belki yeni bir başka sempozyum konusudur.
Aylak Adam’da ki durum da konusu edilmeye değer bir durumdur. Atılgan’ın kentleri bir boşluğun tanımı olarak temsil edilmiştir kanımca. Bu ifadelerimi destekleyecek örnekler elbet vermek isterdim ancak bu bir konuşma metni diye diye ancak bu kadar durdurabiliyorum kendimi. Hasılı Atılgan’ın kentleri arzunun değil boşluğun, hem de içsel bir deneyimle sunulan varoluşsal bir boşluğun sahnesidir.
Joyce Dublin’inde Bloom ben kimim sorusunu sorar durur apansızca.  Kent suskundur. Varoluşsal soruların cevap anahtarı hemen açılmaz Bloom’a. Ancak süreç içinde kendi özne kurulumuna dair cevaplar üretirler birlikte. Bu mühimdir çünkü kent te bir öznedir ve Birlikte varolurlar. Kent karakter yürüyüşünün patikasının oluşum sürecini, zorluklarını ve ısrarını da görürüz Joyce’da.
Şato ve Dava’da Kafka da durum benzerdir. Anlamın imkânsızlığının merkezi olarak konumlandırılmıştır kent onda da. Baskının da merkezidir kent ama bu merkezin bürokratik bir döngünün olanaksızlığında yitip gittiğini de deneyimleriz Kafka’da. Bir kapanmayı, içe doğru bir hareketle iktidarın açmazlarını. Aynı zamanda şatoya ulaşmak için gidilen yolların tıpkı tanrıya ulaşma çabasının yolları gibi imkânsızlığını. Deneyimleriz.
Son olarak Calvino’nın Görünmez Kentleri’ne de değinip konuşmamı sonlandıracağım. Calvino’da kent, varoluş kurulumunun izdüşümü olarak metaforik düzlemde anlatılmış olması önemlidir. Biçim alan bir zihin, tabii Benjamin’in Pasajlar’ındaki flaneur hakkında söylediklerinde görüleceği üzere, sel gibi bir yapıdadır kent. Bakılan konuşmayan bir yüz değil, kimliğini doğruladığı sessiz bir yüz değildir yani. Aslında onun anlatısında kenti değerli kılan şey kent ile kamusal deneyimin dışından ilişkilenilmiş olmasıdır diyerek konuşmamı bitiriyor ve dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.

Diğer Panzehir Dosya yazılarını okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir