Özüm Sezin Uzun

İÇ SESİMİN YANKISI

Bu toprak yolu kaçıncı kez yürüyüp sana sığındım acaba? Oturuyorum yanına. Sonbaharın kokusu var havada. Seviyorum ciğerlerime dolan toprak kokusunu. Kulaklarımda ıslak yaprakların hışırtısı çoğalıyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum, kocamansın. Aslında itiraf etmeliyim, kavak ağacının sesi senden daha güzel, ama ben seni dinlemek istiyorum. Dünkü olayı hatırlıyorum, kızgınlığımı. Bana bunu nasıl yapar? Hiç açıklama yapmadan çekip gitmesini affedemiyorum.  

Kendini çok önemsiyorsun, diyorsun. Rahatsız edici derecede çıplak ve doğru. İçim buz gibi oldu, tam karnımın orta yerinde kocaman bir boşluk doğdu. Gerçekten söyledin bunu!
Aniden “Tabii ki önemsiyorum. Kendimi önemsemezsem neyi önemseyeceğim? Önemsiyorum tabii” diye ısrar ediyorum. “Sadece kendimi değil, temas ettiğim herkesi önemsiyorum.”
“Neden?”
Her konuşmamızda bu noktaya nasıl geliyoruz seninle? Yine en karmaşık soru beliriyor zihnimde. Biz insanlar: Birbirimiz hakkında ne biliriz? Benden cevap beklediğini hatırlayarak devam ediyorum; “Önemsiyorum çünkü aslında birbirimiz hakkında çok az şey biliyoruz. Bildiklerimiz sadece görünür olan. Görünmeyenleri bilmek istediğimde önemsemiş oluyorum doğal olarak. Mesela içimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak-gerisi ne oluyor? İnsanın yaptığı her şey, bilinemeyen derinlikte saklı bir iç hayatın tamamlanmamış, adeta gülünesi çaresizlikteki ifadesidir sadece, bu iç hayat yüzeye çıkmaya çabalar ama onun uzağına bile ulaşamaz. Evler, ağaçlar, yıldızlar gibi görmeyiz insanları. Onları, belli bir biçimde karşılama ve böylece kendi içimizin bir parçası yapma beklentisiyle görürüz. Biz tabaka tabakayız, içimiz uçurum dolu. Hayal gücümüz onları kendi arzularımıza ve umutlarımıza uyacak biçimde kesip biçiyor. Hayal gücü, son sığınağımız.”
“Evet kesinlikle katılıyorum sana. İnsanların sorunu bu. Gördüğünüz her şeyi anlamlandırma çabasıyla kurguladığınız dünyada yaşamaya mahkûm ediyorsunuz kendinizi. Bana bak ne görüyorsun?”
“Yine tam senlik bilgece bir soru bu!”  diyorum. Sesimdeki alaycılığı fark ettiğinden eminim. “Tek başına ağız dolusu kahkaha bile atılmıyor işte!” diyorum ve geçiştirerek “tabii ki ağaç” diye ekliyorum.
“Başka? Okuduğun ya da duyduğun hikâyelerin hangisiyim? Mesela doğurgan doğa ananın sembolü müyüm? Canlı evrenin temsilcisi miyim? Tanrı ile iletişiminizi mi sağlıyorum? Düşündün mü; hiç çabalamadan kendinden emin olarak yaşamak ne kadar sıkıcı… Beni de pek sorgulamamışsın anlaşılan.”
“Ağaçlar için değil tabii, ama biz insanlar için düşündüm. Başkalarının bizim hakkımızda anlattığı hikâyeler ve insanın kendisi hakkında anlattığı hikâyeler: Hangisi gerçeğe daha çok yakındır? Aynı şey senin için de geçerli. Anlamış olman lazım, belli aralıklarla buraya neden geliyorum sanıyorsun? Parmaklarım köklerinde gezinirken binlerce yıllık hikayeni anlamaya çalışıyorum, çünkü seni de önemsiyorum. Binlerce yıldır birçoğunun yaptığı gibi dünyayı anlamlandırma maceramızda korkularımız ve ümitlerimizle yüzleşiyoruz senin sayende.”
“O zaman başa dönelim. Kendini çok önemsiyorsun. Her geldiğinde yalnızlık nedir sorusuna cevap bulmaya çalışıyorsun. Yalnızlık salt başkalarının mevcudiyetiyle ilgili bir şey değil ve yaptıkları şeyle de. Bak bana, kendime tutunuyorum. Karmaşa içinde yalnızım. Gerçi bu karmaşa sizin eseriniz, o ayrı mevzu” diyerek iyice sallıyorsun dallarını.
Yalnızlık ayrı bir tartışma konusu, onu bırakalım diyorum. “Ağaçsın. Köklerin, dalların, yaprakların, meyvelerin var… tamam bazen köklerinin bazılarını kaybedip diğerlerini güçlendiriyorsun, bazı dalların kırılıyor, yaprakların dökülüyor, meyvelerin zaten belli süreliğine…”
Hiç zaman kaybetmeden sözü devralıyorsun. “Asıl mesele bu. Kendin söylüyorsun. Kaybettiklerim var, her döngüden yeniden var ettiklerim olduğu gibi. Siz insanlar ise hiç değişmeden, hep varlıklarınızla devamlılık istiyorsunuz. Oysa bildik ama yine de gizemli deneyimlerin anlaşılabilmesi için geçerli çözüm yolu, dağınıklığı kabul etmektir.”
Söylediklerini sindirebilmem için susuyorsun. Gözlerimi kapayıp derin derin nefes alıyorum. Biraz daha toprak kokusu, biraz daha yaprak hışırtısı ve serinlik. Dinginleşiyorum. Tek tek aklıma geliyor ağaçlarla ilgili anlatılar. Hayat Ağacı, Dilek Ağacı, Yaşam Ağacı, Kozmik Ağaç ve Kutsal Ağaç… Kim bilir benim bilmediğim daha ne sıfatların var. Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde. İçim genişliyor, genişledikçe boşluk kayboluyor. Derin bir nefes daha alıyorum, o boşluğu dolduruyorum havayla. Kulaklarımda yapraklarının melodisi.
“Başkaları tarafından kabul görmeye inanılmaz ihtiyaç duyuyorsunuz. Şimdi yaptığın gibi rüzgârı kovalamaya kalkışma” dediğinde gözlerimi açıyorum. Yüzümdeki tebessümde alaycılıktan eser yok artık. Yaptığımız ve yaşadığımız her şeyde, sürüklenen kumlar olduğumuzu daha iyi anlıyorum. Sen ise olduğun gibi, ağaç halinle, buradasın binlerce yıldır.  Biz insan oğlunun anlayamayacağı olma hali. Tam da bu yüzden senin üzerine sayısız hikayeler kurguluyoruz.  Bir anda ellerimle kollarımın ve bacaklarımın soğukluğunu hissediyorum. Daha fazla ürperiyor içim. Sonbahar, günler erken kararmaya başladı. Saat kaçta geldim buraya bilmiyorum. Seninle zaman hızlanıyor sanki. Etrafa yaydığım birkaç eşyamı toplayıp, not defterimi ve kalemimi hızlıca atıyorum çantama. Ayağa kalkıp son kez bakıyorum sana. Akşama kendi bildiğim ağaç öyküsünün kurgusuyla uzaklaşıyorum yanından.  Son bir kez daha dönüp bakıyorum, oradasın, kendi halinde. Kimileri için sığınak, kimileri için ümit ve korkularını gösterdikleri bir araç…benim için ise öteki bensin. Düşündüğüm, duyduğum iç sesimin yankısı gibi.
*İtalik karakterle yazılı cümleler Pascal Mercier’in, Lizbon’a Gece Treni kitabından alınmıştır.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir