Şenay Şentürk

İÇİMDEKİ BOŞLUĞU...

Alarm sesine uyandım. Zihnim uyandığını bilecek kadar açık. Gözkapaklarıma, kafamın içinde tüm gece dönüp duran küçük insancıklar, çevirdikleri filmlerden yorgun düşüp oturmuşlar sanki. Parmaklarımla kaşlarımdan tutup kaldırarak gözlerimi açtım. Bilmem kaçıncı günün tekrarı bu sahne, ne zaman edindiğimi hatırlamadığım alışkanlıklarımdan sadece biri. Telefonum bizzat benim kazandırdığım alışkanlıkla yedi otuzdan beri çalıyordu, üçüncü turda susturdum.

Alışkanlıklar zinciri çişte, duşta, diş fırçama her gün üç kez aynı miktarda sıktığım macunun fırçanın kılları üstündeki renkli bölümü geçmeyecek uzunlukta sürülmesinde devam etti. Saçlarımı sağa yatırırken ne kadarının solda bırakılacağına, şu ana kadar sadece annemin fark ettiği, sol kaşımın üstündeki nokta büyüklüğündeki beni ölçü kabul edip tararken işimi kolaylaştırmasında son buldu.
Tüm bunları eksiksiz yaparken, içimde gelişimini durduramadığım boşluğun, boğazıma sımsıkı yapışarak nefesimi kestiği, süresini tam olarak bilemediğim, kesik kesik anımsadığım zamanın içinde kaybolmuşçasına yaşadığım anlar vardı. Nabzımın gürültüsünün etraftaki sesileri bastırdığını, kalbimi avuçlamak isteyen tırnaklarımın göğsüme geçtiğini, nedenini bilmediğim kaygının ensemden tutup en yakınımda duran nesneye kafamı defalarca vurduğunu ayrı filmlerden alınmış görüntüler gibi anımsıyorum. Ter içinde yığıldığım yerde geçmesini beklerken, etraftaki insanlar başıma toplaşır üsten üsten konuşurken, vücudumda duyumsadığım ekşi nefesleri içimi bulandırır.
“Derin derin nefes al, derin derin…”
Evet, bildiniz, bir çeşit panik atak. Artık o da yaşamımdan ayrı düşünemediğim rutinlerimden biri.
Bugün de aynı alışkanlıkların çemberinde yeterince turladıktan sonra ofise girip masama oturdum. Feride Hanım beni görür görmez yüklendiği çaylardan birini masama bıraktı. Bir süredir sıklaşan delirme anlarıma şahitlik eden herkes gibi biraz utanarak, biraz sıkılarak, daha çok merak duygusunun hâkim olduğunu okuduğum ifadesini yüzümde gezdirirken “Günaydın” dedi. Emel hergün olduğu gibi mesaiye geç kalmıştı. Yarım saat sonra hiç değiştirmediği, ülkece boykot çağrıları yapılan, kafesinin basılıp müşterilerinin dövüldüğü kahve zincirine ait kahve bardağı elinde aceleci adımlarının bacaklarını birbirine dolandırmasına izin vererek ofise girdi. Hepimizin duyabileceği desibeli sesinde tonlayarak “Ay! Nasıl bir trafik var, anlatamam. Bu şehirde yaşanmıyor artık” diyerek, serzenişlerine ters düşen, hiç eksiltmediği neşesiyle bana gülümseyip önümdeki masasına geçti. Her gün değişen çantalarından o gün uygun bulup seçtiğini masanın kenarına fırlattı.
Endişe edecek hiçbir farklılığın yüzmeyi öğrenip karaya çıkamadığı sıradan bir iş günü…
Öğle arasında Emel’le müdavimi olduğumuz lokantada yemeklerimizi henüz söylemiştik ki, uzun süredir görmediğini söylediği bir arkadaşıyla rastlaştı. Ayaküstü sarmaşıp yemekten sonra bir kahveye sözleşerek beni saf dışı bıraktılar.
Emel önüne koyulan kocaman kâsenin ancak yarısını dolduran, çoğunun adını bile bilmediğim yeşillikleri çatalına hızlı hızlı sararak boş midesine eziyet ederken gözlerim arkadaşını aradı. Bıkkın, yorgun, vazgeçmek üzere olan kaderdaşlarımı kokusundan ayırt edebilen güdülerim, cam kenarına sığınırcasına sokulmuş kadını kısa sürede seçti. Ensesinin üstünde jiletle kesilmişçesine kısa, dümdüz saçları, bıkkın olsa da mücadeleyi henüz bırakmadığı konusunda beni uyardı. Ensesinde biten saçların birkaç boy küçüğü gibi duran perçemleri gözlerinin oldukça üstünde uzamayı bırakmaya meyilliydi ve zaten iri olan mavi gözlerine gereğinden fazla odaklanmama neden oluyordu. Çokça baktığımı fark edince, bakışlarımı yeniden Emel’e çevirdim. Neyse ki kâsesinde kalan son domates parçasını yakalamaya çabalarken, arkadaşını kestiğimi görmemişti.
Adını bile bilmediğim bu kadının yanımızda dikilirken, düz zeminde yokuş çıkıyormuşçasına üstüne sinen yorgunluğundan, oturduğundan bu yana elini, tutamayacağı kadar kısa kestirdiği saçlarında gezdirmesinden, ağzına zar zor kabul ettirdiği birkaç lokmayı çiğnerken çektiği eziyetten, göz pınarlarında tutmaya çalıştığı damlalardan kurtulan bir iki tanesini parmağıyla toplamasından başının dertte olduğunu anlamamak için ya kör olmak, ya da Emel gibi kafayı diyetle bozmuş olmak gerekirdi.
Hayatımda ilk kez gördüğüm, yarım saat öncesine kadar varlığından haberdar olmadığım bu üzgün kadın üzerinde yaptığım, bir kısa yemek molası süren küçük analizim süresinde fark etmediğim, ancak ofise geri dönüp yıllardır değişmediğinden en az benim kadar kendinden geçmiş görünen masama oturunca, içimde ne zaman başladığını bilmediğim devasa boşluğu unuttuğumu fark ettim. Evet, kısa bir süreydi ama boşluğun içinden dışarı bir adım atıp tıkanan nefesimi uzun süredir ilk defa kendim için endişelenmeden rahatça vermiştim.
Masamın dokunuşumla, sandalyemin çekişimle gıcırdamasından sonra, işlerime ve boşluğuma kaldığım yerden geri döndüm.
***
Gün sonu armağanı, omuzlarımda birikmiş yeni yüklerimi sırtlanarak evin yolunu tuttum. Yolda telefonum acıtarak çalana kadar kısmen rahattım. Konuşmak istediğim kimse yoktu. Uzun zamandır ofistekiler dâhil, Emel dışında konuştuğum kimse de. İnsanlarla iletişim kurmak, her sözcükten sonra sırtıma, göğsüme indirilen kırbaçların hissettireceği acıyla eşdeğer. Ne herhangi bir soruya cevap verecek takatim var, ne de merak ettiğim bir şey.
Telefon ekranında bilinmeyen numarayı görünce derin bir nefes aldım. Arayanın kargocu olduğunu, kapımda beklediklerini öğrenince mutluluğa benzer küçük bir devinim dudak kenarlarımı yokladı. En azından bu gece incelemekten zevk alacağım birkaç yeni mobilyayla, durmadan kasılan iç organlarımı duyumsamadan zamanı katledebilir, odaklanamadığım bir film izlerken daha az sorunlu bir uykuya geçebilirdim.
Hayatımın kontrolünü kaybettikçe, eşyalara olan ilgim artıyordu. Onları online sipariş etmek, geldiklerinde bir düzene sokmak, o düzenin bozulmaması için verdiğim çaba bütün yapamadıklarımın ikamesi gibi geliyordu. İçimdeki boşlukları, yeni koltuk takımlarıyla, orta sehpalarla, komodinlerle donatmanın yeterince işe yaramadığını anladığımda yeni takviyeler buldum. Otuz sekiz yaşımda ilk sigaramı içtim, sonra ne bulursam içtim. Kanımdaki alkol oranı promilleri zıplatacak kadar çoğaldı.
***
Ertesi sabah perdenin arkasından sızan bir göz aralığı kadar aydınlığa uyandığımda, aklımda aynı ince yüz ve o yüze büyük gelen koca mavi gözler, o gözlerde gizlenmeye çalışılan bilinmezlikler vardı. Unuttuğum bir duyguyla daha önce hiç hissetmemişim gibi tanışmak garipti. Ama hissettirdiğinin tezahürü her hareketimde kendini gösteriyordu. Giysilerimi özenle kombinledim, Emel öyle derdi. Saçımı ayırırken benime dikkat etmedim, tarak kendi yönünü kendi belirledi. Dün gelen yeni eşyalarıma otuzuncu kez göz gezdirmedim.
Sadece basit bir merak bunları yapabiliyorsa, ötesine geçebilmeyi, öğrenmeyi, belki dahil olmayı hayal bile edemiyordum. Psikiyatri randevumu yolda iptal ettim. Başka bir güne zorla aldırılmış nur topu gibi yeni bir randevum oldu. Emel benden önce gelmiş, masasında çalışıyordu. Bugünün gerçekten sıradan bir gün olmadığını o an anladım. Anlamamış olsaydım da hissederdim. Aklıma üşüşen, büyükçe bir depoyu dolduracak soru yığınıyla öğleyi zor ettim. Emel aklımı ve ruhumu ele geçiren sabırsızlığımdan habersiz, her zamankinden uçuk, kıpırtılı vücudumu fark etmedi bile. Sadece ben değil, dünden sonra onda da bazı değişiklikler gelişmişti. Öğle molasında ilk defa salata yerine normal insanların yediği türden et yemeği sipariş etti. Her zamanki duyarsızlığının yerine sıkıntılı, tuhaf bir huzursuzluk peyda olmuştu. Uzatmadı, döküldü. Adının Yasemin olduğunu o yemekte öğrendim. Kocasından yeni boşanmış, çocuklarının velayetini de kaptırmıştı. Yetmezmiş gibi adam çocuklarını görmesine izin vermeyerek yasa falan dinlemiyor, her it herifin yapacağı şekilde rezilce intikam alıyordu.
Yemekleri nasıl yedik, Emel ilk kez benim yanımda, içinde herhangi bir duygunun barınmadığından depresyonum kadar emin olduğum kadın arkadaşının bedenine girip, birkaç damla gözyaşını nasıl akıttı hiç bilmiyorum. Dağılan yüzünü toparlamaya çalışarak, adam için “İnşallah geberir, keşke kalp krizi falan geçirse” dedi. Sonra tuhaf bir kıpırtı bedenini yokladı. “Şu aşılar kalp krizlerini çoğaltmadı mı sence” dedikten sonra yarım bıraktığı dalgınlığına geri döndü. Sorusunun cevabını düşünür gibi masaya, akan makyajının gözaltlarında biriken karalığına baktım. “Adam çocuklarına da bakmıyor, eve uğradığı da yokmuş. Annesine baktırıyormuş” diyerek kaldığı yerden devam etti.
En az onun kadar konuya dâhil olmak istediğimi tüm benliğimle hissettirdim. Her söylediğini, ettiği her bedduayı tüm kalbimle onayladım. Belki yaptığım onmaz bir bencillikten öteye gitmeyecek kadar sahteydi. İçimdeki boşluğu dolduracak malzemeyi topluyordum, belki de gerçekten yardım etmekti niyetim, bilmiyorum. Laf arasında adamın adını sordum. Önce çatalına taktığı eti havada bir süre asılı bırakarak anlamsızca yüzüme baktı. Benim de onun kadar olmasa da arkadaşının başına gelenleri umursadığım gerçeği, tuhaf sorumdan daha hoş gelmiş olacak ki “Ömer” dedi. Yetmedi, adam hakkında gerekli gereksiz bildiği ne varsa saydı, döktü.
O gece salonda attığım voltaları saymaya kalksam yorgun düşer, bayılırdım. Ayaklarımı ve bacaklarımı ele geçiren güç, yorgunluk algımı zihnimden silmiş, durmadan aynı şeyi söylüyordu; Keşke ölse. O gece Suç Ve Ceza’yı yeniden okudum. Kararımı vermiştim. Kimse benden şüphelenmezdi. Adamı tanımıyordum bile.
Sabahın alacakaranlığında uyandığımda gözlerim iki kadeh kırmızı şarapla doldurulmuş gibiydi. Aklımda çocukluğumun geçtiği, şehrin dışına itilmiş o izbe, karanlık çukur mahallede komşularımızdan bir adamın karaltılar içinden her akşam elinde şişesi, içkiden yamulmuş ağzının kenarlarından sızan kan rengi akıntıları saçarak eve gelip karısına ve çocuklarına tekme tokat daldığı sahneler vardı.
Adam bir gün beklenilen saatte eve gelmemişti. O gece karısının bir gece olsun belinden eksilen sopanın rahatlığıyla uyuduğuna emindik, çocuklarının babalarını hiç sormadığına da. Ertesi sabah açılan tüm pencerelerinden hoş bir yaz esintisinin nefesini içine çeken evin, bastıkça gıcırdayan döşemelerinin bile rahata erip gerindiğini hayal ettim. Ertesi gün ve daha ertesi günlerde adamı arayan soran olmamıştı. Cesedi arka sokaklardan birinde küçük bir tepeden yuvarlanmış halde bulunmuş, kimse nedenini, nasılını merak etmemişti.
***
Biri size saldırdığında kaçarak kurtulabilirsiniz, fakat saldırı içeriden geliyorsa onunla baş etmeniz imkansızlaşır. İçimde yuvalanan hiddetim, kafamın içinde dönüp duran sonsuz endişem şimdiye kadar beni içeriden tekmeleyip durmuştu. İçerideki kimliksizin bacakları olmadığından onu dışarı fırlatıp atmak mümkün değildi. Şimdi kaybolan yerçekimi, içime giren, henüz bilmediğim yeni kimlikle diplerden bir yerden aniden kuvvetle zemini parçalayıp geri gelmişti. Boşlukta sallandığım onca zaman hiç yaşanmamışçasına zihnimden kopup hatırlayamadığım sanrıları ebediyete yollamıştı. Yerle buluşmam o kadar sağlam ve güvenliydi ki, durmadan planlar yapıyor, notlar alıyordum. Uygulamaya geçme sürem dakikalar alıyordu.
Korkmuyordum, Yasemin de korkmuyordu. Çünkü korku bulaşıcıdır. Sürekli resmi makamlara şikâyetlerde bulunuyor, sonuç alamasa da kahramanca dövüşüyordu. İşten arta kalan zamanımı mümkün olduğunca geniş kullanmam, programımı hayata geçirmemi çocuk oyununa çevirmişti. Ortada apaçık bir suç vardı ve ben olmazsam cezayı kesecek olanlar muhtemelen her şey için çok gecikmiş olacaktı.
Planın en önemli kuralı sıkı takipti. Koklayarak bir hayvanınki kadar kuvvetli içgüdülerimin görmekten fazlasını başardığını bilmek, içimi onmaz coşkularla çalkalıyordu. Çok geçmeden adamın neden eve uğramadığını tespit ettim. Başka bir evden, başka bir kadının koynundan çıkıp ona geri dönüyordu. Hafta içine tekabül eden günler öpülerek uğurlandığı kapıdan makam aracına benzer kalitede bir arabayla teslim alınıp şirketine bırakılıyordu. İşini bitirmek için uygun günler olmadığını anladım. Hafta sonlarında tenezzül ettiği günleri çocuklarına ayırıyor, öğleden sonraları yine aynı araçla ve izbandut kılıklı şoförüyle çocukları gezdiriyordu. Bildik AVM’ler, buruk gülümsemeli annesiz çocuklar, sıkıcı berbat filmlerden çıkıp yenen fastfood yemekler… Planımın parçası olmak için fazla güvenli bir hayatı vardı adamın. Anlayacağınız söylendiği gibi serkeş yaşamıyordu. Düzenli uykuları, çok para getirdiği her halinden belli olan şirketi, etrafında çokça eğilen adamları vardı. Bilirsiniz, adaletsiz insanlar çok rahat uyurlar. Benimse bu takiplerin ardından uyku durumum yeniden bozuldu. Çünkü benim gibi adil insanlar kolayca gözlerini kapatamazlar. Tüm bunlar yetmezmiş gibi adamın ifadesi hiç bozulmayan yüzünde müzmin bir mutluluk… Bu durum epey bir zaman canımı sıktı.
***
Kırkıma merdiven dayamış adamım, düşünüyorum da hiçbir zaman mutluluk insanı olmadım, küçük bir veletken bile. Birbirimize karşı bir şey hissetmiyoruz. Ona eyvallah edecek değilim. Mutlulukla aptallık birbirine çok yakın bir ikili. Bu yakınlık insanı yaşamdan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Boşluğun uyuşturulmuş bir türü ve boşluğun kendisinden daha tehlikelidir bu. Tek amacınız vardır, vazgeçilmez hale gelen uyuşukluğu korumak. Mutluluk yaşamla tanışsa sıfatından utanır.
Maktulüm; evet, ona böyle hitap ediyordum. Belgrat Ormanı’nda pazar sabahı koşularına başladığından beri amacıma adım adım yaklaşmanın heyecanını tüm hücrelerimde hissediyordum. Endişeliydim ama nedenini bildiğim bir endişe beni korkutmuyordu. Zira nedenini bilmeden, nefes alır gibi endişeliydim ben. Ormana aracıyla yalnız geliyordu. Aracı park ettiği yer tenha sayılırdı. Önce araca girip frenleri devre dışı bırakmayı düşündüm ama bunun için teknik bilgim yoktu. Hem, masum insanların canına kastetme ihtimali canımı sıkıyordu. Durmadan onu izliyordum. İnce bedenine giydiği sıkı şeyler, bilhassa şortunun altına giydiği, kadınlara özgü tayt midemi bulandırıyordu. Koşarken ayakları altında kırdığı yapraklardan duyulan çığlıklar pek acıklıydı.
Kibirle arkaya taradığı saçlarının arasında gezdirdiği parmakları, koşarken her an ezdiği toprak, yapraklar, çalı çırpı doğaya karşı savaş kazanmış bir canlının zafer naralarından farksızdı. Doğaya düşman olduğu her halinden belliydi. Doğada hiçbir canlı yoktur ki yavrularını annesinden koparsın.
Ormanda geçirdiği bir saatin tüm ayrıntılarını ezberlemiştim; termosunu ahşap oturaklardan birine bırakmasını, sırt çantasını bankın kenarına asıp montunu oturağa uzatmasını. Koşmaya başlamadan önce ağzına diktiği termostan dökülen kahvenin çirkin âdemelmasından kayışını, kahvesinden gelen aromanın tuhaf kokusunu.
O gün de aynı ayrıntılar sırayla cereyan ederken, kendime acelem olmadığını hatırlattım. Öldürmek için acele edilmezdi. Hele ormanın ortalarında bir yerde maktulünüzle sabahın sekizinde baş başaysanız. Kahvesini yudumlayıp ağırdan bir koşu tutturdu. Garipti. Sanki ona yetişip yardıma gelecek biri varmışçasına ağırdı. Gözden kaybolduğuna emin olunca etrafı kolaçan ettim, kimse yoktu. Avuçlarımdan ter boşanmaya başladı. Ona eşlik eden titreme parmaklarıma dolandığında birbirinin üstüne çıkmak istercesine karışmışlardı. Üzgün devinimlerden uzak sahici bir heyecandı bana kalırsa. Kalbimi saran güç, bu denli büyük bir deneyimin damarlarıma zerk ettiği ruhsal zevk çığlıklarıydı.
Termosa fare zehrini döküp iyice çalkaladım. Oradan hemen çekip gitmem gerekirdi, yapamadım. Son bir kez onu görmek için yanıp tutuşuyordum. Sabırla bekledim, çakmağı çakmadan önce yanacak nesneye son bir kez bakmayı, filmlerde giyotine götürülen mahkûmu ayaklarını sürüklerken izlemeyi her zaman sevmişimdir. Döndüğünde bitik haldeydi. Alnında biriken ter damlalarına boynuna astığı minik havluyla okşarcasına nazik davrandı. Biraz sonra ölecek birisi için fazla hassastı. Bir an öleceğini hissedip hissetmediğini düşündüm. Tüm canlıların ölmeden önce kaçınılmaz sona yaklaştıkları o son anları hissettiklerine dair bir yazı okumuştum. Tabii öldürülecek insanlar için geçerli olmayabilirdi bu.
Soluk soluğa kalmış nefesini yavaşlatabilmek için serbest bırakıp ellerini bankın arkasında kenetledi. Kendime genişçe bir gülümsemeyi hak görmüştüm ki dudaklarımı yarım bırakan gözleri gözlerime dokundu, panikledim. Başıyla nazikçe selamladı ve çantasından çıkardığı su şişesini ağzına dikti. Selamına karşılık verecek zaman değildi, aceleyle uzaklaştım. Ardıma dönüp bakmasam da aynı gözlerin ensemde bıraktığı izler tüylerimi havalandırdı.
Eve döndüğümde ne olduğunu, girişimimin neyle sonuçlanacağını düşünmeden, uzun zaman sonra rahat, huzurlu, sadece elinden geleni yapmış insanların dalabileceği rahat bir uykuya daldım.
Kapı zilinin durmadan çalmasıyla bölünen uykumdan kalktığımda, kesif karanlığın odamı ölesiye boğmasından gecenin ortalarında bir yerde olduğumu kavradım. Emel kapıdaydı. Sarıyla turuncu arasında gidip gelen yüzüyle, emin olamadığı bir şeyi taşımakta zorlanırcasına, beden yükünü bir ayağından öbürüne aktararak bana bakıyordu. Kenara çekildim, ürkek adımlarla salona geçince, inanmaz gözlerle her alanı tararken ben en son ne zaman bana geldiğini düşünüyordum. Çıkaramadım. Uzun zaman önce olmalıydı, benim henüz içime dönüp, boşluklardan boşluk beğenmedim ılık zamanlarımdan birine. Yuvasından fırlayacak kadar açılmış gözleriyle, parçalara dokunuyordu; üst üste yığılmış koltuklara, yürüyecek yer bırakmayan sehpalara, camları örten komodinlere. Neden geldiğini unuttuğuna emindim.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir