Şebnem Gürler Oakman

AH KÜÇÜK KADIN NESİBE, SENİN ÖYKÜN BU

Kardeşim ve ben; E.T. filmini seyretmek üzere sinemaya giderken afişte gördüğümüz bu tuhaf yaratık için salya sümük ağlayacağımızı, karanlık salona beyaz perdeden yayılan büyülü ışık ve sesle yedinci sanatın tatlı zehrinin damarlarımıza ağır ağır zerk edileceğini bilmiyorduk.

Bu ilk deneyimi yaşarken kendi sinemalarıma giden yolda attığım ilk adımın sarhoş edici etkisi altındaydım, Füruzan’ın ben doğmadan bir yıl önce kaleme aldığı Benim Sinemalarım öyküsündense haberim bile yoktu. Onunla, yazarın Gülsüm Karamustafa ile birlikte yönettiği aynı adlı film aracılığı ile doksanlarda tanışacaktım.
Zehri almıştım ya, kendimi kâh Geleceğe Dönüş’te buluyordum kâh ağdalı arabesk ya da melodram filmlerde, artık kente ne geldiyse. Büyürken fırsat buldukça gittiğim filmler, ailenin kadınlarının toplaşıp seyrettiği -ne hikmetse biz çocukların da arada sebeplendiği- VHS kasetler, cumartesi gecesi TRT film saatleri panzehrim olamadığından aklımda hep İstanbul’un sinemaları vardı. Biliyordum, -gidilen değil çıkılan- Beyoğlu’nun sinemalarıyla önümde bambaşka bir evren açılacaktı, tatlı zehrin bin bir versiyonu…
Öyle de oldu, doksanların başında okumak içim geldiğim kentin her şeyi ama özellikle de sinemaları beni mest etti, bıraksalar okul okumaz sabah akşam film seyrederdim.
İşte o yıllarda tanıdığım; Hülya Avşar’ın can verdiği –ah sadece oyunculuk yapsa ne iyi olurdu, dedirten filmlerinden- Benim Sinemalarım’ın Nesibe’si gibi sinemaya âşık olmuştum. Gelgelelim Nesibe ile aramızdaki benzerlik orada bitiyordu. Ayrıcalıklarım beni onun gibi kaçmaya mecbur bırakmamıştı. O toy halimle farkına varamadığım bu bıçak gibi keskin gerçek benim gibi orta sınıf gençler ile yaşadığı Haliç’ten Beyoğlu’na kaçan, semtin şaşaasına olduğu kadar kirine de bulaşan yoksul Nesibeleri şak diye ayırıveriyordu. Ayrı dünyaların insanıydık ama yine de ruhumuza dolan, dizginlenemez hayata tutunma arzusu sinema denen büyüde birleştiriyordu bizi.
Filmi soluksuz izledikten sonra, film buysa kitap nedir derken bulmuştum kendimi.
Genelde kitabı okur filmi seyredip burun kıvırırız ya, bu kez filme tutulup öyküye merak salmıştım. Senaryo mu, akıp giden görüntüler mi bu denli güçlü hissettirmişti bana Nesibe’nin yolculuğunu, yoksa yazar da öyküyü adeta sahne sahne düşleyerek mi yazmıştı?
Böylece kalbime değecek, her satırını apayrı bir tutku ile okuduğum Füruzan’ın kitapları ile kesişmişti yolum.
Benim Sinemalarım yazarın okuduğum ilk öyküsüydü. Sonrası geldi, hiç ayrılmadık, ruhumun derinlerine nüfuz eden öykülerini hep heves, illaki içime dolan merhamet ve yoğun hüzünle okudum.
Füruzan’ın eserlerinde çocukluktan başlayan kadınlık inşalarına tanık oluyordum.
Beni en çok; kız çocuklarının büyürken beğenilme, olumlanma arzusu ile çırpınmaları, sevilmek için uğraşıp didinmeleri, özgürlüğe adımlar atmak isterken aynı zamanda sevilmemekten korkmaları etkilemişti. Kızların hayalleri, yola çıkma istekleri yüzümü güldürürken, bir yere çakılmış, nesneleşmiş, gölgelenmiş halleri yüreğimi burkuyordu. Parasız yatılı okuyup annesini ve kendisini kurtarması gereken, pencereden gördüğü küçücük manzaralarla avunup dururken, gecenin öteki yüzünde, annesi ile gittiği yılbaşı misafirliğinde büyülenen, konaklarda şatafatlı giysilerin içine hapsolan, besleme, evlatlık, yeni gelin vb. türlü türlü hallerde karşıma çıkan kızların öykülerini hevesle ve merakla okuyordum.
Bu kızların kadınlığa geçişlerinde sınıfsal kısıtlar, eşitsizlikler katı gerçeklikler olarak yer alırken kadınlığın sancılı halleri farklı sınıflara ve toplum kesitlerine yayılıyordu. Serüven arayışı bazen basitçe gürültü yapmak, ağaçtan atlamak, araba kullanmak, rahatça koşmak, top oynamak hatta kurdele takmamak gibi şekillerde beliriyordu.
Kızların duru zihinleri, kaçma, özgürleşme arzuları geçen zamanla, itilmişliklerle bir yere çakılıyor, kendilerini var etmekteki zorluklarla baş edemeyip artık nesne olmayı kabullenmeye, içe dönen bir bakışla kendilerini beğenilir hale getirip sunmaya çalışan kadınlara dönüşüyorlardı.
Bu noktada ‘iyi’ kadınlar ev ve evle ilgili meselelerle özdeşleşirken ‘erdemsiz’ olanlar çırılçıplak bir gerçeklik içinde resmediliyordu. Bu kadınlara acımak, kızmak, onları yermek değildi Füruzan’ın derdi, onları gerçek varlıklar olarak yazmak hatta yazıyla onların resimlerini çizmekti.
Benim Sinemalarım’ın Nesibe’si, Kuşatma’nın Nazan’ı, Parasız Yatılı’nın ve Gecenin Öteki Yüzü’nün ana-kızları, Haraç’ın Servet’i, Gül Mevsimi’nin Mesaadet’i, Ah Güzel İstanbul’un Cevahir’i, Şarkılar Kitabı’nın Şemsigül Şehrazatı… Farklı sosyal statülerden, farklı hayatlar süren bu kadınlar ve kadınlık yolundaki kız çocukları aslında bütün farklarına rağmen ortak çırpınışların, sancıların ve hüzünlerin öykülerini anlatıyorlardı bize.
Beni ona bağlayan Benim Sinemalarım’a dönmek istiyorum.
Benim Sinemalarım’ı ilk okuduğumda biçimi, kurgusu, edebi değeri hakkında düşünemeyecek kadar gençtim.
Onların da çok önemli olduğunu; sevgili Füruzan’ın öyküde yenilikçi bir yapı kurduğunu, kronolojik anlatıdan ziyade dolambaçlı yolları tercih ederek okuyucuyu yolculuğa katıp adım adım öykünün derinliklerine sürüklemeyi başardığını çok sonra anlayacaktım. Ama bunlardan çok önce kalbimin sesi olmuştu beni ona bağlayan.
İnsan aklından çok kalbiyle anlar; o ilk okuma kalbimi hızla çarptırmış, kan akışımı hızlandırmış, gençliğin verdiği uçucu neşe, melankoli, merak ve cesaret birbirleriyle yarışarak ruhumu sarsmıştı. O zaman Nesibe’ye acımadığımı hatırlıyorum, kadınca bir duygudaşlıkla ona arka çıkmıştım. Mağrur, direnen, başkaldıran bir hali vardı kızın, öyle ki düştüğü batak için ona üzülmekten çok burnunun dikine gittiği için onu takdir ediyor, hatta o delişmen haline imreniyordum. Kapı komşusu gibi iki çocuğa ve yatalak kaynanaya bakmak da vardı, bir fabrikada ömür tüketmek de ama onun ruhu yerinde duramıyor, filmlere ve kentin sokaklarına taşıyordu. Anasına meydan okurken olduğu gibi kaşlarını çatıp bize bakıyordu öyküden, buradayım diyordu, varım ben varım, azize ya da kurban değilim, Nesibe’yim ben! Bize açık seçik bir son sunmasın, o sinemaya bilet alırken bir sarhoşun kusması ile bitsindi öykü, ne çıkar? Yollara düşmek değilse neydi ki şu kahpe hayat?
Bir yandan, bu kentte nice Nesibeler var, yoksun ve yoksul kızlar bunlar, dedirten öykü, öte yandan kısacık hayatına mercek tuttuğu Nesibe’yi kanlı canlı, biricik bir insan olarak anlatıyordu.
Bireyi anlamadan salt toplumsal meselelere odaklanan anlatılardan ayırıyordu Füruzan oya gibi işlediği öyküsünü. Kızı ve dünyasını incelikle, ustaca kurguluyordu. Sahne sahne var ettiği atmosferiyle, yazarın kamerası filmden çok önce gezmişti kentin sokaklarında.
Sonradan tekrar tekrar okudum bu öyküyü. Dedim ki, bu bir kent öyküsü. Kentin kirinin, pasının, garibanlıklarının, kader mi olasılıklardan paya düşenler mi diyerek deşip durduğumuz o çaresizliklerin, kuş kadar canları ile hayatın karşısına dikilen kızların, ağlamaktan gayrı çareleri olmayan anaların, elinden bir kaza çıkıp duran parasız babaların, mezarlık gibi evlerin, bedenleri inciten kiralık mayoların, cömertçe verdikleri parayla o kuş kadar kızların bir de gülümsemesini isteyen adamların, Tepebaşı’nın aşağısının, Beyoğlu’nun madamlarının, yan yana durmuş taşralıların durup baktığı Taksim meydanı heykelinin, o kuş kadar canlı yoksul kızları sevecek ama alamayacak iyi yürekli delikanlıların, kilometrelerce öteden hayallere giriveren sinemaların Afrika’sının, sağ yanaklardaki tokat izlerinin.
Ah, küçük kadın Nesibe, senin öykün bu!
Kentin aşağı mahallelerinde ezilen, yukarı mahallelerinde kirlenen küçük kadınların, banyodaki sabun köpükleriyle yakaladıkları anlık çocuk sevinçlerinin öyküsü. Utançların, utana utana alışılanların, hayata karışma arzularının, arzularla gelen yıkımların, enkazlardan yaralı bereli çıkışların… İnsanın birilerini ite ite kendine açtığı yerin ürkütücü karanlığından körelen gözlerinin zamanla ışığı algılamasının, yaşamı o cılız ışıkla sürdürmesinin, hayallerin gerçeklere toslayıp tuzla buz olmasının, tuzlarla buzlardan yeni hayallerin inşa edilmesinin, sahne ile sahne arkasının birbirine karışmasının…
Kentin yaşlı adamlarının pörsük çıplaklıklarının hırpaladığı, kızacak kadar bile mecalleri kalmamış, yaralı kızların kuytularda yüklendikleri, yüzlerine yansımayan utançların… Can acıtan, ruhlarında yanardöner kötülüklerin cirit attığı, yok aslında onlar yok diye diye unutulmak istenenlerin. Gözlerin sıkıca yumularak yok edilmeye çalışılanların öyküsü.
Kentte iyi ve güzel ruhlar da vardı elbette.
Yüreği merhametle titreşen, fındık gözlü, Bahriyeli oğlan, Nesibe’yi umursadı, yedi mi, içti mi diye meraklandı, öyküye ve hayata bağlanıp ümidimizi diri tuttu. Masumiyetin, kıpır kıpır bir heyecanın ve azıcık nazlanmanın da öyküsü oldu bu, nasıl olmasın, hayat gibi öyküler de savurup duruyor bizi karanlıktan aydınlığa, sonra bilemeyiz nereye? Kentin küçük kadınlarının ve onların kopkoyu talihlerinin peşinde oradan oraya savrulan, kelimelere, film karelerine sığınıp anlaşılacakmışlar yanılgısıyla uğraşıp didinenlerin öykülerine karışan bir öykü bu.
Belki bütün öyküler, bir yerde birbirine karışıp büyük bir öyküye dönüşüyorlardır ve bir gün orada birbirimizi buluruz ve anlarız, kim bilir?
Sahnenin ve sahne arkasının, hayallerin ve gerçeklerin iç içe geçtiği, çatallanan yollarında damarlarımızda gezen tatlı zehrin esrikliğiyle dolandığımız büyük öyküde…
Kentin kalabalıklarının büyük gerekliliklerle uğraştığı bir hafta içi gündüz vakti, üç beş kişi gittiğimiz sinema salonlarının birinde rastlarız belki Nesibe’ye.
Onu yanımıza alır, büyük öykünün içinde dolaşırız. Filmlerde görüp merak ettiği Mısır’a bile gideriz, gönlümüz nereyi çekiyorsa.
Bahriyeli oğlanı da buluruz belki; ne dersin Nesibe olmaz mı?
Neden olmasın?

 

Diğer Panzehir Dosya yazılarını okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir