ANNA KARENİNA’NIN St. PETERSBURG’A BAKIŞI
Anna Karenina Rus Edebiyatında en sevdiğim romanların başında gelir. Güzel bir rastlantıyla bu sempozyumdan önce St. Petersburg’daydım ve bu güzel şehrin sokaklarında o güzel kadını aradı gözlerim, bir yandan da Anna’nın gözleriyle bakmaya çalıştım St. Petersburg’a.
Anna Karenina’dan önce kentlerle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Ben kentlerin de cinsiyetleri olduğunu düşünüyorum. Mesela İstanbul benim için hep bir kadındır ancak çocukluğumun İstanbul’unu algılayışım ile bugünün İstanbul’unu algılayışım arasında çok fark var. Bundan otuz kırk yıl önce benim için İstanbul olgun yaşta, güzel, alımlı bir kadındı; aydın ve meraklıydı, merhametliydi. Bugün İstanbul’u köşeye sıkıştığı için sertleşmiş, duyguları nasırlaşmış, düşkünleştirilmiş bir yaşlı kadın olarak algılıyorum, çok üzülüyorum.
St. Petersburg’da da aynı şeyi hissettim, benim için dişil enerjisi çok yüksek olan kentlerden biriydi. Kentlerin bende bıraktığı bu izlenimi düşündüğümde bu algımın o kentlerin tarihleriyle, mitolojileriyle bir ilgisi olduğunu hissediyorum. Elbette bu son derece öznel bir yaklaşım ama ben yine de konuyu buradan bağlayacağım Anna Karenina’ya.
St. Petersburg’un Tarihinde Çok Önemli Bir Kadın Var: II. Katerina ya da Büyük Katerina
I.Petro 1703’te bu şehri İsveç’ten geri aldıktan sonra onu Avrupa’ya açılan bir kapı olarak düşünmüş. Moskova’nın geleneksel Orta çağ havasını sevmediği için St.Petersburg’u başkent ilan etmiş ve İtalyan mimarların katkılarıyla Avrupa estetiğine uygun bir şehir yaratmış. Bu şehrin siyasi ve kültürel bir merkez olmasını sağlamış. Bugün bile deniz üsleri, askeri binalar, kaleleriyle eril gücü işaret eden bir yanı var şehrin.
-
Katerina ise I.Petro’nun başlattığı Batılılaşma ve Modernleşme hareketini kaldığı yerden devralmış ve St.Petersburg’u kültür ve sanat merkezi haline getirmiş. Otuz dört yıl boyunca yönettiği Rusya’da Aydınlanma Çağı’nın fikirlerini benimseyen çariçe; sanatı, bilimi, edebiyatı desteklemiş, onun dönemde St. Petersburg, entelektüel ve kültürel bir patlama yaşamış. Dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Hermitaj’ın temelini kendi sanat koleksiyonunu sergilemek için attırmış ve Kışlık Saray’a ek binalar yaptırmış. Bugün bu müze, şehrin uluslararası bir sanat destinasyonu olmasının başlıca nedeni. Aynı zamanda I.Petro’nun başlattığı mimari geleneği de sürdürmüş, saraylar, anıtlarla görkemli imparatorluk görünümüne katkıda bulunmuş. Ünlü İtalyan mimar Rossi’nin çalışmaları bu dönemi yansıtıyor. Eğitime de önem vermiş. St. Petersburg’da okullar, enstitüler kurdurmuş ve Bilimler Akademisi’ni yeniden düzenletmiş. Soylu Genç Kızlar Enstitüsü ile kadının eğitimine katkıda bulunmuş. Voltaire ve Diderot gibi Fransız Aydınlanma dönemi düşünürleriyle yazışmış, hükümdarlığı sırasında Rus Aydınlanmasını başlatmış.
Kentler, Edebiyat, Kadın
Bu tarihsel bağlamı ortaya koymamın nedeni yalnızca benim St. Petersburg’u bir kadın gibi görmemle ilgili değil. Aydınlanma, modernleşme süreci ve sanayileşmeyle birlikte kentlerin yükselişi, bu süreçte kadının toplumsal konumunun değişimi, özellikle edebiyatta romanın kentle olan güçlü bağı aracılığıyla, kentlerin hikâyenin içinde sadece bir arka plan ya da mekân olmaktan çıktığını gösteriyor. Edebiyat aynı zamanda hem kenti bir karakter olarak öne çıkarırken hem de kentli kadın karakterlerin de varoluş sancılarını, kimlik arayışını, kentin içinde özgürleşme mücadelesini ya da kentin bir kısıtlama alanı olarak kadını yutmasını sahneliyor.
İşte edebiyatın sahnesinde bariz biçimde gördüğümüz şey kentin, elbette toplumun iki farklı yüzü. Kamusal alan ile özel alanda kadının rolü, varlığı, imgesi. Geleneksel olarak erkeğe ait olarak görülen kamusal alanda kadının var olma mücadelesi, bir yabancı, tehlikede olan ya da gözetlenen bir figür olarak tasvir edilmesiyle belirlenir. Bu alanda özgürleşmeye çalışan kadın toplumsal baskıyla kontrol edilir.
Kadının yeri olarak işaretlenmiş özel alan ise genellikle ev, aile ortamı ya da mahalledir. Bu alanların kentleşmeyle birlikte değişime uğramasıyla kadın kendini sıkıştıran, boğan bir yapının içinde hapsedilir.
Anna Karenina ve Tolstoy
Tolstoy’un “Her şeyi yazdım Anna Karenina’da, geriye hiçbir şey kalmadı” dediği büyük romanını Dostoyevski “Katıksız mükemmellikte bir sanat eseri” olarak tanımlar, William Faulkner’in o güne dek “yazılmış en iyi eser” diye göklere çıkardığı bu başyapıt için Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında şöyle yazar: “Anna Karenina’nın dışarıda kar yağarken gece treninde kitap okumaya çalışmasını düşlerken, buna benzer duyumsal tecrübeler yaşadığımızı hatırlarız. Kendimiz de dışarıda kar yağarken yolculuk yapmışızdır belki, ya da kafamızda başka şeyler varken okumanın zorluğunu yaşamızdır… Bu günlük hayat ortaklığı, romanların evrensel gücünü ve sınırlarını belirler.”
Tolstoy Anna Karenina’yı yazarken tabii ki kadın özgürlüğünü bağlamında yazmamıştır. Ancak bu hikâyeyi kaleme alırken elbette ifade etmek istediği bazı fikirleri vardı. Biz genellikle o meşhur ilk cümleye odaklanırken kitabın açılışındaki epigrafı kaçırırız. İncil’den bir alıntıdır:
“Öç benimdir, karşılığını ben vereceğim.”
Tolstoy’un yaşadığı zorlu sürecin parçası olan, bu süreçte gelişip değişen Anna Karenina, son halini alıncaya dek dört kez elden geçirilmiş, önemli değişikliklere uğramış olsa da yapıtın ilk taslaklarından beri korunan tek satırı epigrafıdır. Tolstoy’un ana amacı toplumun ahlak yapısını ve aile kavramını irdelemektir. Vladimir Nabokov, romanı tahlil ederken Tolstoy’un İncil’den bu alıntıyı yapmış olmasını şöyle yorumlar:
“Birincisi, toplumun Anna’yı yargılamaya hakkı yoktu; ikincisi, Anna’nın da intikam dolu intiharıyla Vronski’yi cezalandırmaya hakkı yoktu.”
Tolstoy’un Anna karakterini Puşkin’in büyük kızı Maria Hartung’dan esinlenerek yazdığı söylenir. Ancak Anna tek bir kadın değildir. Tolstoy onu çevresindeki pek çok kadını birleştirerek yaratmıştır. İntihar eden komşu kadın, evlilik dışı hamile kalan kendi kız kardeşi bizim bugün bildiklerimiz. Burada ismi geçen her bir kadın yukarıda sözünü ettiğimiz kadınların kamusal ve özel alanda sıkışmışlığının, toplumsal ahlakın ve aile baskısının örnekleridir. Tolstoy’un, Anna Karenina’yı karısıyla arasının kötü olduğu dönemde yazdığı da bilinir. Ahlakçı bir bakışla, intikam duygusu içinde yazmaya başladığı ama yazdıkça Anna’yı anladığı ve ona hak verdiği de öne sürülür. Hak verip vermediğini bilemesek de 8 Mart 1876 tarihinde yazdığı mektupta Tolstoy’un Anna’yı ne denli benimsediğini görmek mümkündür:
“Benim Anna beni bezdirdi, (…) ama bana onunla ilgili kötü şeyler söylemeyin (…) ne de olsa onu evlat edindim.”
Daha sonraysa Tolstoy’un ahlakçı yanının ağır basmasıyla Anna Karenina’yı tamamen yadsıdığı da yorumlar arasında. Pınar Kür ise Anna Karenina çözümlemesinde Tolstoy’un her şeye rağmen Anna’dan yana olduğunu söyler ve bunu da tren rayları altında bile onu, yüzü bozulmamış, güzel olarak betimlemesine bağlar. Anna Karenina masumdur.
Sonuç Olarak
Bugün “Kadının kendini ifade etme özgürlüğü”nün başlıca simgelerinden biri olduğuna inandığımız Anna Karenina karakteri, ait olduğu sınıfın erkekleri kadar kadınlarının da onu yalnızlığa tek edişini umursamadan hatta neredeyse trajik bir sona doğru sürüklendiğini de hissederek vazgeçmeden kendi bildiği yolda ilerler. Aşkla daha önce hiç karşılaşmamış, karşılaştığında şaşırmış ve korkmuş, her ne kadar kendini korumaya çalışsa da sonunda teslim olmuştur. Öyle büyülenmiştir ki Anna, bu uğurda feda edemeyeceği hiçbir şey yoktur. Aslında sahip olduğu pek bir şey de yoktur. Sadece güzel, sevilen, takdir edilen bir kadındır ve Aleksey Karenin’in karısıdır. Toplumun kendisine uygun gördüğü tüm sıfatlardan ve saygın bir eş olmaktan vazgeçebilir aşkı uğruna, sadece oğlundan vazgeçmek istemez. Ne kadar iyi bir anne olursa olsun âşık olduğu için cezalandırılacak, oğlu elinden alınacak, tümüyle kimsesizleşecektir. Kendisinden hiçbir beklentisi olmayan tek erkektir oğlu. Hayatındaki olan iki erkek ise (ön isimleri bile aynı olması sadece bir benzerlik olabilir mi?) Anna’yı farklı beklentilerle severler ancak hiçbiri onu tam manâsıyla kazanamayacaktır. Anna bir kadın olarak içinde yaşadığı kente ve o kenti var eden toplumun dayattığı kurallara, baskıya direnirken aynı ismi taşıyan iki erkek sınıfsal baskılara, toplumun üstten bakışına, kadını ve kendilerini tuzağa düşürmelerine boyun eğer. Erkeklerin ne Anna ile ne toplumla ne de kendileriyle yüzleşecek cesaretleri vardır. Toplum ise cüretkârdır.
St.Peterburg gibi tarihi kentler de içinde yaşanan ya da kurgulanan büyük hikâyelerle isimlerini yazdırıyorlar edebiyat tarihine.
Anna Karenina ve St. Petersburg arasındaki ilişkiye geldiğimizde evini kurduğu, evladını büyüttüğü, dostlar edindiği, saygı gördüğü, kendini ait hissettiği bu kent tüm görkemiyle çullanır Anna’nın üzerine, onu içinde barındırmaz. Bu noktada kentin içindeki kadın ve erkek figürlerinin kentle ve kentli toplumla ilişkisindeki ayrım iyice gözümüze görünür olur. Aleksey Karenin, aldatılan yüksek dereceli bir memur koca olarak kentli toplum tarafından merhametle karşılanır; Aleksey Vronskiy pek çok erkek tarafından arzulanan ama sadakatiyle tanınan Anna’nın aşkını kazanmış bir subay olarak alkışlanır. Dışlanan, ayıplanan, ötekileştirilen ve istenmeyen sadece Anna’dır. Bu bağlamda kenti kuran, çoğaltan ve yöneten erkek ile kentin içindeki erkeğin yanında yöresinde var olmaya çalışan kadının dramları birbirinden ne kadar farklıdır. Erkek özgür, güvenli, dengeli bir yaşantının içinde gören ve gözetleyendir; kadın ise kapalı mekânlarda kıstırılmış, güvensiz, her an dengesini kaybedebilecek halde, görülen ve gözetlenendir. Erkeği sokaklarda, meydanlarda, istasyonda, at yarışında tek başına ya da toplumun içinde görmek olağanken kadını aynı mekânlarda bir başına görmek onu nesneleştirir, tüketir, öldürür.
Anna romanın sonuna gelene kadar defalarca ölür. Anna ve Vronskiy’nin ilk kez birlikte oldukları bölümde şu satırlar çıkar karşımıza:
“Vronskiy de hayatına son verdiği insanın cesedini gören bir katilin hissetmesi gereken şeyi hissediyordu. Onun tarafından yaşamaktan yoksun bırakılan bu ceset ikisinin aşkıydı…”
Anna’nın gebe olduğunu henüz söyleyemediği ama Vronskiy’nin onun kilo almış olduğunu fark ettiği o sancılı sahnede Vronskiy’nin aklından geçenler bizi ürpertir:
“Vronskiy, Anna’ya kopardığı ve soldurduğu bir çiçeğe bakan, ama onu koparmasına ve öldürmesine neden olan güzelliği pek zor tanıyan biri gibi bakıyordu.”
Bu satırların hemen arkasından Anna der ki “Öleceğim, öleceğim ve kendimi de, sizleri de kurtaracağım için çok sevinçliyim.” Çünkü gördüğü düşte kendisine doğum yaparken öleceği ufak tefek, sakallı, korkunç bir köylü tarafından müjdelenmiştir!
Doğumdan sonra hastalanan Anna, kocasından kendisini ve Vronskiy’i affetmesini isterken bir kez daha öleceğini ifade eder:
“Şu anda her şeyimle gerçeğim. Ölüyorum, öleceğimi biliyorum…”
Anna’nın kocası Aleksey Karenin’i teselli etme görevini üstelenen Kontes İvanovna ise Anna’yı bir kez daha öldürür. Anna’nın biricik oğlu Seryoja’nın yanına gidip babasının bir aziz olduğunu, annesinin ise öldüğünü söyler oysa Anna henüz ölmemiştir ve son kez oğlunu görmeye gidecektir. İçinde yaşadığı kent ve toplum Anna’yı defalarca öldürür, Anna için bu ölümü gerçek kılmaktan başka çare kalmamıştır.
Romanın toplumsal yozlaşma hakkında söyledikleri de var.
Anna’yla birlikte tüm karakterler ait oldukları sınıfın kurallarının kendilerini nasıl sıkıştırdığının farkındadırlar. Ancak ne olursa olsun iradelerini değişimden yana değil, teslim olmaktan yana kullanırlar. Dönem itibariyle Rusya’nın başkenti olan St.Peterburg görkemli yapılarla, geniş caddelerle, Batı tarzı mimarisiyle resmi ve soğuk bir havaya sahiptir. Bir devlet adamı olan Aleksey Karenin’in duygudan uzak, katı kurallarla şekillenmiş yaşamı da kentin atmosferiyle örtüşür. Kendince katı görgü kurallarına, sosyal hiyerarşiye sıkıca bağlı olan sosyete ise dedikodusuyla, entrikalarıyla ahlaki çözülmenin merkezidir. Kentin baloları ve salon toplantıları da görünüşte hoşgörü ile gerçekte yozlaşmışlık arasındaki büyük uçurumun temsilidir. Kentin kusursuz mimarisi Anna’nın kusurlu aşkını affetmeyecektir. Anna, bu şehrin sosyal kurallarını yıktığı için kurban olur, nihayetinde kendini şehrin simgelediği düzenin demir yollarına bırakır.
Roman, St. Petersburg’un bu resmi dünyasına karşılık, Moskova’yı daha geleneksel, samimi ve aile odaklı bir sosyal hayatın merkezi olarak konumlandırır.
Hikâyenin bir diğer ana karakteri olan Levin’in taşradaki yaşamı ise bu kentsel hayatın tamamen dışında, doğal, ahlaki ve manevi arayışların yaşandığı bir karşıt bölge yaratır. Anna’nın trajik sonuna karşın Levin mutlulukla yaşamaya devam edecektir. Tolstoy roman boyunca iki kenti, kadını ve erkeği, dönemin soylu Rusya’sının ikiyüzlülüğünü, aşkı ve ölümü Anna ve Levin karakterleriyle karşımıza çıkarır. Nabokov tamamen haklıdır; Anna toplum yargılar, Anna öç alır ama sadece Vronskiy’den değil.
Anna’nın tutkusu, bireysel özgürlük arayışı, St. Petersburg’un katı toplumsal kurallarına rağmen vazgeçmeyişi, sadece sevgilisinden ya da kocasından değil aynı zamanda yaşadığı kentten aldığı öç, tüm bu çatışma bize Anna Karenina’yı yeniden okutur.
*Rus Edebiyatı Dersleri, Vladimir Nabokov
*Alıntılar: Anna Karenina, İş Bankası Hasan Ali Yücel Klasikleri
Diğer Panzehir Dosya yazılarını okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
