YOSUN
“İyi hatıralar için yaşanmış onca kötü an.”
Geceleri uykuda dişlerini birbirine öyle vuruyorlardı ki, sanki karanlığın içinde tünel kazan bir makine çalışıyordu.
Bulutlar, ırmaklar, gökkuşağı, yağmur, işçi çocuklar, temizlikçi kadınlar, amele erkekler,
piyango, yıldırım, bankalar, tabelalar, rugan ayakkabı, futbol maçları, gazeteler, radyo
haberleri, başbakan, Altındağ, lisenin duvarı, komşular, bazlama… Rutin beyin alıştırmaları.
Hücrede insan aklını korumak için sık sık tekrar yapmalı.
Rutubet mi karanlık gibi hücreye çökmüştü, yoksa karanlık mı rutubet kokuyordu? “Bu
karanlık mı rutubet kokuyor” diye mırıldandı. Mahkemeden hapishaneye getirilirken
koğuşların yanından geçtiklerinde askere “Çöz artık kelepçelerimi” dediğinde, sağ omzuna
bir dipçik darbesi indi. Mavi-yeşil çizgili gömleği yırtıldı.
Slogan.
Koğuş kapıları dövülüyordu. Askerler onu çekiştirerek koğuşların olduğu yerden hızla
götürmeye çalıştılar.
Direndi.
Sürüklediler. Kahverengi kunduralarının ucu açılmıştı, sürüklenirken ayakları takıldı.
Falakadan çıkmış birini de yanından sürüklüyorlardı. Ayakları çıplaktı. Fark etmedi. Hücre
kapısını açtı gardiyanlardan biri. Askerlerden biri kelepçeyi çözdü. Elleriyle bileklerini
ovuşturdu. “Gir içeri” dedi gardiyan. Tıraşlıydı.
“İki gecedir tık yok. Eve gidiyorum, kadın dönüyor, sırtını dönüyor. Evleneceksen uyuyorken
de hınk demeyecek karıyla evlen. Sen yapıştırırken ses etmeyecek. Benimki boynuna zil
takılmış koyun gibi, dokunsan ses ediyor.”
Necdet mahkemede kararı dinlerken, tıraşlı, kısa boylu, yanağında kocaman ben olan ve tutukluların sevmediği gardiyan, kendinden birkaç yaş küçük diğer gardiyana böyle dert yanıyordu.
Hücreye atılır atılmaz arkasından beş on asker doluştular. Kalktı, indi elleri. Yere kapaklandı.
Hücre kapısı kapanmak üzereyken, son ışığı uğurlamak için kafasını kaldırdığında demir
kapının alt menteşesinin bir karış altında, sol duvarla birleşen yerde bir yosun gördü.
Hücrenin arka duvarıyla sağ duvarın birleştiği köşeye çömeldi. Eliyle duvarı yokladı.
Düşünmedi.
Neler olacağını biliyordu; gerisinin önemi yoktu. Kalktı. Hücresinde birkaç adım attı. Topu
topu ileri geri, sağa sola on altı adımdı. Annesi görse “Koca adamsın, bu hâlin ne” derdi.
Kapıya yöneldi.
Demir.
“Amma da demir.”
Alnını dayadı. Parmaklarıyla kapıyı tıngırdattı. Aklına hücre kapısının
altındaki yosun geldi. Rutubetten çıkmış olmalıydı. Eğildi, elleriyle yokladı.
“Burada artık yalnız değiliz.”
Yosun.
Sizler hep kuzeyi gösteriyorsunuz… O zaman kuzey bu taraf. İşte orada elma ağacı var.
Kırmızı elmaları olan bir ağaç. Nenem ekmişti. Annem de o ağaçla mutfak penceresinin
korkuluğuna çamaşır ipi germişti. Evimiz iki odalıydı. Dar, uzun bir hol… Kışın sobayı oraya
kurardık; her yeri ısıtsın diye. Girişte hemen solda mutfak, karşısında ise demir karyola ve
üzerinde yataklar. Ortasında işlemeli sehpa. Misafir geldiğinde annem onların önüne koyardı,
mutlu olurdu. Bir karyola daha vardı; ben onda yatardım. Annemin yazın yünlerini serip
çırptığı döşek ve yorganla uyuduğum.
Diğer odada televizyon ve radyo vardı. Karşılıklı somyalar… Babam yerde yatardı, beli ağrırdı. Bahçe eh işte, fena sayılmazdı. Bir köşesine biber ve kabak ekiliydi. Karşı komşumuzun şeftali ağacı vardı. Sulu, iri, çok güzeldi. Annem komşudan bir dal istemişti, ekmek için. Kadın vermemişti. Cadı kadındı. Babam bahçenin az bir yerine beton döktü. Masa koydu. Akşamları çay içerdik.
Evimiz yokuşun hemen başındaydı. Akşamüzeri Mahir Amca işten döndüğünde el eder, “İyi
akşamlar komşu” derdi. Babam da buyur ederdi. Önce bir bardak çay, sonra iskambil kâğıdı
çıkardı: Altmış altı. Mahir Amca “Bir daha selam vermeden çıkacağım” derdi ama
dayanamaz, her akşam el ederdi.
Gece. Serin. Kuzeyde yıldızlar çok güzeldir. Onlara bakarken sigara içmek değil de son fırtı
çekip işaret parmağınla başparmağının arasına alıp hızlıca fırlatmak güzeldir sigarayı. Sonra
bahçe duvarının köşesinde ışığının sönüşünü izlemek. Şimdi tam da öyle yaptı Necdet.
Kafasını geri çevirip sol duvarla arka duvarın bitiştiği köşeye baktı. Bir sigaranın sönmekte
olan ateşini gördü. İç çekti. Elini tekrar yosunun üzerinde gezdirdi.
“Burası kuzey, burası da doğu olmalı.”
GÜNEY
Bir keresinde kaybolmuştum. Çok hatırlamıyorum ama o günü o kadar çok dinledim ki; beni
ararken ağlayarak komşulara giden annemi, sokaklarda insanlara ve yaşıtlarıma soran babamı,
karakola giden muhtarı, beni sokakta kafası yukarıda aval aval gezerken bulup eve bırakan at
arabasının sahibini öyle çok anlattılar ki… Sanki onlar yaşamamış da ben yaşamışım gibi
anlatırım. Oysa bana sorduklarında sadece susmuştum.
Şu an nerede olduğumu hepimiz biliyoruz. Yine sustu. O gün sustuğu gibi… Bu defa yorganın altına girmedi. O gün annesinin yorganın altına girip ona sarıldığını hissetti.
“Bir daha haber vermeden çıkma. Ben evde yoksam da sıkılırsan Pakize ablanlara git ya da en fazla okulun bahçesine. Biri çağırsa da kesinlikle gitme. Baban karpuz almaya gitti, hadi kalk, gelir şimdi yeriz.”
Çömeldi, başını dizlerine eğdi. Koridordan pis gardiyanın sesi geldi:
“Saati merak ediyorsun değil mi? Saat yediyi yirmi geçiyor. Bir saat sonra da yediyi yirmi
geçecek. Bir gün sonra da yediyi yirmi geçecek. Hayatta olur musun bilmem ama ben iki gün
vardiyadayım. İki gün boyunca saat yediyi yirmi geçecek. Ses versene lan. Kapıyı
dövmeyecek misin? Uyudun mu lan yoksa? Şimdi görürsün sen!”
Hücre kapısını açtığında Necdet yerinden doğruldu. Gardiyanın sol kolunu sıkıca tutup
saatine baktı. Yediyi yirmi üç geçiyordu. Sonra yüzünde bir gülümseme belirdi. Gardiyan
birkaç yumruk salladı çenesine. Kapandı kapı. Necdet bağırdı.
“Saat yediyi yirmi üç geçiyor”
Gardiyan copuyla bir tane vurdu kapıya. Tak!
Sevinçle tekrar yosuna dokundu.
“Saat yediyi yirmi üç geçiyor.”
Akşam oldu. Güneş battı. Sana göre bu taraf batı.
BATI
Evimizin arka tarafı… Yeni yeni gecekondular yapılıyordu. On beş, on altı yaşlarındayım.
Lise çağları. Örgütleneceğiz. Yeni taşınan insanların eşyalarını taşıyıp onlarla sohbet ediyor,
tanışıyorduk.
Cengiz vardı. Hâlâ dışarıda. Kıraathaneye gider, çay alıp çıkardı. Elinde çay, sokak sokak
dolaşırdı. Ona “muhtar” derdik.
Necdet’in sözü postal sesleriyle kesildi.
“Aç kapıyı” diye bağırdı rütbeli, gardiyana. Kapı açıldı. Aynı ses, ayakta duran Necdet’e “Ellerini uzat” dedi.
Askerlerden oluşan etten duvarı yarıp Necdet’le rütbelinin arasına avukatı girdi. “Yasal
değil.” dedi. Necdet avukatına dönüp “Gerek yok, bildikleri gibi yapsınlar. Sizin de
gelmenize gerek yok. Çünkü insanın ölmesine tanıklık etmeyin. Ayıp” dedi.
Avukatının gözlüğünü istedi. Kalın çerçeveli. Rütbeli birkaç saniye afalladı. Verebilirsin diye
başıyla onayladı. Avukatı Necdet’e şaşkınlıkla bakıp ne yapacak gözlükle diye düşündü.
Çıkartıp verdiğinde avukat her şeyi bulanık görmeye başladı.
“Son nefesimi gözlüğünüzün camlarına üflüyorum. Sağ camını aileme ulaştırın. İçine kendi
resimlerini koyup küçük bir çerçeveyle duvara assınlar. Sol camını hapishanedeki
yoldaşlarıma bırakın. Onlara bir pencere bıraktığımı söyleyin.”
Derin bir nefes çekip camlara üfledi. Gözlüğü geri verdi.
Katı bir sessizlik… Islık çaldı, boynundan geçene kadar urgan.
Bulutlar, ırmaklar, gökkuşağı, yağmur, işçi çocuklar, temizlikçi kadınlar, amele erkekler,
piyango, yıldırım, bankalar, tabelalar, rugan ayakkabı, futbol maçları, gazeteler, radyo
haberleri, başbakan, Altındağ, lisenin duvarı, komşular, bazlama, devrim, devrim, devrim…
Rutin beyin alıştırmaları.
Tabure ayaklarının altından kaydı.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
