Hatice Meriç Doruk

RAKI, BALIK VE DENİZKIZI

Vakit gece yarısını bulmak üzereydi. Mehmet’in gözü meyhanenin kapısında telaşla bir kez daha kalkmaya yeltendi.

“Ben gidiiim abi, iyi diilim.”

Hafız, omzundan tutup bastırdı.

“Ne oldu sana oğlum bu gece, iki de bir zengin kalkışı?”

“Bizim yakışıklı abimizin vakti doldu galiba. Ne demiş şair, akşam diyordun işte oldu akşam” dedi Miço boş tabakları alırken.
Mehmet saatine baktı. Bir ürperti geçti üzerinden. Sırtından soğuk terler aktı.
“Evdeki bekler, hem yarın iş var.”
Alaylar, gülüşmeler.
“Yenge, TV’nin karşısında çoktan uyuklamaya başlamıştır, dert etme. O yaşta bir Alman için vakit çok geç.”
Bozuldu Mehmet. Hafız, arkadaşının sırtını sıvazladı.
“Memleketten yeni döndü, kendine gelemez birkaç gün. Rahat bırakın adamı.”
 “Az daha otur gidersin, rakı masasından müsaadesiz kalkıldığı nerede görülmüş. Miço koy abine bir bardak daha. Hadi koçum.”
Aslında hiç gidesi yoktu Mehmet’in. Kalkar gibi yaptığı sandalyesine iyice yerleşti. Kaç zamandır adam akıllı sarhoş olmamıştı. Bu gece belki sarhoş olur, kendini kaybeder, belki, belki unuturdu da. Bu yüzden gelmemiş miydi buraya?
Hafız, Mehmet’in kulağına doğru eğildi.
“Oğlum ne zaman bitecek senin Alman karıya ödeyeceğin para? Kaç seneliğine anlaşmıştınız?”
“ Ne biliiim abi, bitmedi gitti işte. Ölmedi de Allah’ın cadısı. Dır dır. Az birikim yapayım ev bulacağım kendime, kurtulacağım şundan, baksana domuz gibi kokar oldum.”
Miço rakıyı koydu, üzerine soğuk su ekledi. Rakı boz bulanık süt rengini aldı. “Buz ver Miço” dedi Mehmet. Miço’nun uzattığı buz kovasından bir parça buzu maşayla güç bela aldı.
Tam buzu atmıştı ki Hafız, Mehmet’i bileğinden yakaladı.
“Ne yapıyorsun oğlum, piç ettin canım rakıyı?”
Yine o meşhur mevzu dönmeye başladı masada. Dolaşan dillerle rakıya buz atılıp atılmayacağını tartışmaya başladılar.
Ne buz, ne su, ne rakı adabı. Dünya yansa umurunda değildi Mehmet’in. İzinden döndüğü günden beri bir haftadır bugünü, özgürlük saatlerini bekliyordu.
Bardaklar bir daha kalktı.
“Mehmet abimize içelim, hadi şerefe!”
İzin dönüşü olduğundan her zamankinden daha kalabalıktı meyhane. Mehmet bardağını kaldırabildiği kadar yukarıya kaldırdı. “Hayır” dedi “memlekete içelim, geride kalanlara.”
Hep bir ağızdan “Memlekete” diye bağırdılar.
Sonra herkes kendi âlemine döndü. Uğultulu bir sohbet başladı yeniden. Sebebini anlamadığı gülüşmelere katılmaya çalıştı. Önünde duran meze tabaklarıyla oynadı. Bir türlü konuşulanlara kendini veremiyordu. Döndüğünden beri iştahı da keyfi de yoktu. Elini sürmediği balığıyla göz göze geldi. Evdekinin bakışlarına benzetti; geçkin, bayat, ölü. Eline geçirdiği bıçakla balığın kuyruğunu gövdesinden ayırdı.
Bardağına dikti gözlerini. Anason kokusunu uzun uzun içine çekti. Eline aldığı bardağı evirdi çevirdi. Gözleri büyüdü. “ Al işte” dedi “yine buradasın.”
Ne zaman böyle içse unutmaya çalıştığı o güzel yüz bardağın içinde beliriveriyordu. Hoş ayıkken de onu kafasının içinde gezdiriyordu ya yıllardır. Kurtuluş yoktu bu aşk illetinden.
O sırada Ferdi, ağlak bir sesle inletiyordu mekânı.
Ortama geri dönmeye çalıştı. Memleket kurtulmuş, hemen diplerindeki masanın müdavimleriyle bir arabesk müzik muhabbeti başlamıştı. Hep bir ağızdan “Canına okuyacağımmm” diye bağırarak şarkıya eşlik etmeye çalışıyorlardı. Her kafadan ayrı bir ses, küfürler, iç çekmeler, ağlamalar, baş sallamalar.
Mehmet “Okuyacak can bıraktılar sanki çalış çalış, kanımızı emdiler” diye söylenerek ayağa kalktı. Kadehini önce arkadaşlarına, sonra hemen dibindeki masaya doğru kaldırdı.
“Okuyun lan canımıza, okuyun, Ferdi Baba sen de oku. Herkes okusun!”
Masadakilerden biri su servisi yapan Miço’yu dürterek Mehmet’i gösterdi.
“Nesi var bunun bu gece? Uçmuş.”
Miço güldü.
“Ne olacak, memleket sevdası.”
Adamın kulağına eğildi.
“Hepimiz de olduğu gibi.”
Hafız, Mehmet’i yerine oturması için kolundan çekiştiriyordu.
“Otur be güzel kardeşim, başını belaya sokma.”
“Hafız Abi, ben neden buraya geldim?”
“İçmek için oğlum ne olacak?”
“Onu sormuyorum bu canına yandığım memleketine neden geldim?”
“Çalışmak için.”
“Tabii Abi, tabii. Hayat kurtarmaya gittim… Geldim yani. Anamı, babamı, akrabamı, eşimi dostumu kurtardım. Kurtardım di mi abi?”
“Kurtardın tabii oğlum. Hadi otur da adam gibi iç.”
“Bir hayat nasıl kurtulur? Anlatiimm mi sana güzel abim ha? Gece gündüz it gibi çalışarak,  sabahın köründe daha kargalar bokunu yemeden yollara düşerek.”
“Hepimiz çalışıyoruz oğlum, bir sen mi?”
“Biz çalışıyoruz abi ama Türkiye’dekiler tembel, çalışmıyorlar. Çalıştıklarını sanıyorlar. Bizim gibi olsalar,  oooo seni beni satın alırlar ama tembeller işte, çalışmıyorlar. Ama çok harcıyorlar. Benden senden çok. Biz çalışıyoruz, onlar yiyor, geziyor.”
Mehmet garip bir gülümsemeyle uzun uzun kolundaki saate baktı.
“Biliyor musun bizim memlekettekilerin saatle işi yok abi.”
Oysa her şeyin bir vakti vardı burada. Hayat saatlere bölünmüştü. Zaman çalışmaya ayarlıydı. Her dakika mücevher kadar kıymetliydi. Hiç bozulmayan dev bir saat ülkesinde yaşıyorlardı. Akrebe, yelkovana tutunmuş, tık tık dönerken düşmemeye çalışıyor, o düzenin içinde alt üst olmuş şekilde dönüyorlardı.
“Öyledir herhalde, uzun zaman oldu gitmeyeli” dedi Hafız da kolundaki Rolex saate bakarak.
Mehmet arkadaşını bırakıp kafasında dolaşan düşüncelerle yeniden bardağın içine takıldı kaldı. Çevirdi, çevirdi. Sıvı yavaş yavaş kımıldadı, sonra hızlandı kenarlara çarptı. Bardağın içinde çırpındı kız. Boğulur gibi oldu ama son anda çıkardı kafasını.
 “Neden mi gittin, ben sana söyleyeyim, para için” diye diye dönüyordu boz bulanık suyun içinde.
Duyulu duyulmaz bir sesle “Evet, haklısın, ben buraya para için geldim” diye cevap verdi Mehmet.
Hafız, Mehmet’e kulak kesildi.
“Ne konuşuyorsun kendi kendine Mehmet? Topu topu iki hafta ayrı kaldık, sana bir haller olmuş.”
Mehmet bardağı kafaya dikti. Kafasının içinde memleketten sesler korosu bir ağızdan bağırıyordu.
“Git, hayatını kurtar oğlum. Okuyup da ne olacak? İş mi var okumuşa memlekette? Burada kalsan Tofaş, orada Mercedes, BMW.”
Koca bir yudum daha aldı rakıdan. Beyni bir an önce uyuşsun istiyordu.
“Hop oğlum yavaş, Bülent ablamız öyle içiyor diye bir dikişte içilmez bu meret. Küçük küçük, yudum yudum tadını çıkara çıkara, sindire sindire. Âşık olduğun kadını sever gibi, anladın mı? Bunları sana biz mi öğreteceğiz?”
Mehmet kadehini masaya vurdu. Tabaklar, bardaklar titredi.
“Yavaş ol dedik ya, içeceksen adam gibi iç, oğlum.”
Herkeste bir adamlık sevdası. Adam gibi ol, adam gibi otur, adam gibi çalış, adam gibi sev, adam gibi iç, sonra yine adam gibi çalış, çalış, arbeiten
“Bu kadar zor geliyorsa dön. Seni tutan ne?” diyen Hafız’ın sesiyle nerede olduğunu hatırladı.
“Kurulu bir düzen var abi” der demez gülmeye başladı Mehmet. Katıla katıla gülüyordu. Şiddetli bir fırtınaya tutulmuş gibiydi.
“Bak” diye işaret etti. Şu meyhanedekilerden biri geri dönebilsin, eşek olur anırırım.”
Masadaki herkes Mehmet’e dikkat kesilmişti.
“Ne bakıyorsunuz lan? Acayip bir şey mi dedim. Hepimiz kurmadık mı bir düzen? Miço’nun bize düzdüğü sofra gibi. Her şey yerinde, mezeler, bardaklar, sürahi, buz kovası, çatal bıçak. Eee sonra ne oldu, piç ettik Miço’nun düzenini. İlk halinden eser var mı? Yok. Ama kalkıp gidebilenimiz var mı? Muhabbete devam. İşte biz de buralarda tık tık işleyen hazır bir sofraya oturduk. Karnımız doydukça, ruhumuzun düzeni bozuldu. Ama hala kurulu düzen diyoruz. Hâlbuki biz kurulu bir saatin dişleri arasında eziliyoruz.”
Alkışlar, ıslıklar, bravolar geldi. Düzenin yeni ve eski insanları. Alışanlar alışamayanlar, doğuştan alışık olanlar.
Uzun konuşmayı sevmediğini hatırlayan Mehmet bir anda sustu. Kadehini Hafız’ın önüne doğru itti.
“Abi, adam değilim ben.”
Bir an ağlayacak gibi oldu. Sonra yine anlamsızca güldü.
“Değilmişim yani. Öyle dedi.”
“Kim dedi?”
Bardağı gösterdi Mehmet.
“İşte o, bardaktaki kız, denizkızı.”
Mıh gibi aklındaydı. Okulu kırmışlardı bir gün, falezlerin oradan denize girmişlerdi. Dönüş vaktine kadar neredeyse sudan hiç çıkmamıştı. Balık gibi yüzüp durmuştu. Suyun içinde oynayışını, batıp çıkmalarını izlemişti. “Kuyruğum çıkana kadar çıkmayacağım sudan ve asla karaya vurmayacağım” demişti. “Gelinliğimin de uzun bir kuyruğu olsun istiyorum. Alırsın değil mi Mehmet? “
Hafız gözlerini ovuşturdu, açtı kapadı. Oyuna dâhil oldu. Bardağın içine o da baktı.
“Pek de güzelmiş.”
“Güzeldir, güzeldi yani. Ama ben o ışıltılı kuyruğunu kopardım. Kuyruksuz bir denizkızı? Gittiğim günden beri yüzemiyormuş artık, denize hasret kalmış, hayat sevincini kaybetmiş, bir teselli aramış bulamamış. Her Allah’ın günü lanet okumuş bana. Yıllarını böyle çırpına çırpına geçirmiş. Tam kuyruksuz olduğunu unutmuşken hakkım yokmuş o günleri hatırlatmama. Kuyruksuz da yaşıyormuş denizkızları. Bunu ona ben öğretmişim.”
“Karaya vurdu mu balıklar, kuyruk ne işe yarar Mehmet’im?”
“Miço yeni bir bardak getir” diye seslendi Mehmet. “Dikkat et bu sefer içinde kimse olmasın ha, canına okurum.”
Miço getirdiği kadehin yarısına kadar rakı doldurdu.
“Hızlı gidiyorsun abi, sonra yenge bir şey demesin.”
“Demez, ne diyecek yengen, ‘arbeiten’dan başka ne biliyor ki?”
Çok önemli bir şeyi unutmuş da birden hatırlamış gibi bardağına döndü Mehmet. Kız hala çırpınıyordu.
“Sevmedin beni, sevseydin gitmezdin. Hayallerindeki işi buldun mu? Çok paran oldu mu bari? Evler, arabalar?”
Mehmet’in içi titredi, anason kokusu deniz kokusuna karıştı, midesi döndü. Tiksindi. Rakıdan mı kendinden mi bilemedi. Bir yudum daha alacaktı, vazgeçti.
“Sen ne biçim adamsın?” diye bir ses geldi. Ya da Mehmet öyle sandı.
 Bardağa doğru iyice eğildi. Eliyle sus işareti yaptı.
“Sen daha orda mısın? Sonsuz bir denizde tek başına bıraktım seni, kendimi kurtardım, hayatımı kurtardım. Seni bıraktım. Ama bu yıllar önceydi. Sen de kurtul artık şuradan, rahat bırak beni. Git başımdan.”
Mehmet öfkeden kıpkırmızı olmuş bir halde ocak başına geçen Miço ’ya bağırdı.
“Ulan Miço, ben sana ne dedim ha? Sek ver şu mereti içinde kimse olmasın demedim mi?”
Miço elinde boş rakı şişesi Mehmet’in yanına uçtu. Şişeyi tak diye Mehmet’in önüne koydu.
“Ne demiş şair biliyon mu yakışıklı abim?”
“Senin şair bir bok demiştir yine. Ne yumurtlamış söyle bakalım?”
Şiir yazıp eskiler alıyorum, eskiler verip musikiler alıyorum.”
“Eeee?”
Bir de rakı şişesinde balık olsam demiş.”
Miço katıla katıla gülüyordu. Mehmet’in sırtını sıvazladı.
“Sen en iyisi evine git güzel abim, yenge bekler. Ya da biliyorsun, Almanlar beklemez. Dakiktir onlar, bize benzemezler.”
İnce uzun kadehi aldığı gibi dikti Mehmet. Boğazı yandı, midesi daha da alt üst oldu. Zor zahmet ayağa kalktı. Bu kez onu tutan olmadı. Hafız’a, sırdaşına doğru eğildi.
“Hafız Abi gidiiim ben, ama bir bak bakayım denizkızı orada duruyor mu? Ayıp olmasın kıza.”
“Rakı bitmiş, kız gitmiş abim” dedi Hafız.
Mehmet saatine baka baka meyhaneden yalpalayarak çıktı. İlk aradan evine giden sokağa saptı.
Bir şiir vardı, hatırlamaya çalıştı. “Aysel git başımdan”mıydı neydi?

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir