Esme Aras

KENTLER, HİKÂYESİYLE VARDIR

Sevgili Zerrin Saral’ın, Panzehir Dergi’nin “Kentler ve Kadınlar” başlıklı dosya konusunu haber veren sesini duyduğumda heyecanlandım. Kişisel hayatlarımızdaki sıkıntıları çoktandır gölgede bırakan korkunç savaşlar, bıktıran ülke gündemi, kavurucu sıcaklar, peş peşe çıkan ve her yöremizi kuşatan yangınlar, verilen kayıplar, yine deprem yine ihmal yine iş kazaları ve bir türlü önlenmeyen kadın cinayetleri, şiddet-istismar-taciz üçgeni yetmezmiş gibi kadın cinsinin üstüne boca edilen bir yığın mesnetsiz lafın kalabalığı derken… Yüreğimi kıpırdatacak esintinin, sonunda çalışma odama uğradığını söylemek için gelen müjde böceğinin, kanat pırpırını duymak gibiydi benim için bu davet.

Zerrin ile konuşurken aklımdan ilk geçen kitap, Murathan Mungan’ın Kadından Kentler adıyla yayımlanmış öyküleri oldu. Kitaplığıma uzanırken Nazlı Eray ile yaptığım röportajdan kısa bir bölümü anımsadım. Dileyen röportajın tamamına Yaz’Ankara*’dan erişebilir.
“Kentler benim için önemlidir. Kitaplarım mekânsal olarak hep bir kentte geçer,” diyorsunuz. Kitabınızda Belgrad’ı “erkek yüzlü” olarak tanımlarken kentlerin cinsiyeti olduğunu söyleyebilir misiniz?
Kentlerin cinsiyeti vardır. Karanlık, her an bıçak ya da silah çekebilecek bir erkek gibidir Belgrad. Bence Chicago da erkek. İstanbul, çok güzel bir kadın. Azıcık geçkince…
Peki, ya Ankara…?
Ankara, bir kız kurusu. Hep söylerim bunu. Yani evlenmemiş kadın ama onlar en tehlikelidir. Sevecenliğiyle kendine bağlıyor.
Gerçi kitabı oluşturan öykülerin, kentlerin kimliğine cinsiyet yüklemek gibi bir derdi olmaksızın yazıldığını bilerek, Kadından Kentler’i raftan çekip aldım. Günümüzün ortalama yüz sayfaya indirilmiş öykü kitapları göz önünde bulundurulursa, iki yüz doksan sayfaya karşılık gelen on altı uzun öyküyü, kadın kimliği üzerinden kurgulayıp meselesini kadınların dünyasına ait detaylarla örmüş Murathan Mungan. Metis Edebiyat tarafından ilk basımı Mart 2008’de yapılan kitabın imza günü için de 19 Nisan’da Ankara’ya gelmişti.
Söyleşinin bitiminde sıramı bekleyip kitabı kendisine uzattım. “Esme için” diye imzalamadan önce bana dikkatle baktı ve “Bir öykü karakterimin adı da Esme” dedi.
“Evet, biliyorum ama henüz okumadım” diye yanıtladım. Çünkü arka kapak yazısında adımı görmüş, beklerken sayfaları karıştırmıştım.
“O öyküden başlama sakın” dedi kitabı geri uzatırken.
Başımla onaylayıp gülümsedim. “Tamam, okumaya ilk öyküden başlarım.”
İtirafımdır, eve gider gitmez merak duyguma yenildim ve ilkin adaşımın hikâyesini okudum.
Murathan Mungan ile ikinci karşılaşmamız, 14 Şubat 2015 Dünya Öykü Günü Kutlaması Ankara Etkinliği için DTCF Farabi salonundaki söyleşide oldu. Kendisini dinlerken aldığım notlardan aktarırsam; yazarlık, roman ve öykü hakkında düşüncelerini dile getirdiği konuşmasında “İyi edebiyatçıyı var eden meselesidir” demişti, “ne söylemek istediğin önemlidir”. Ayrıca yazarlığın öğretilebilir bir meslek olmadığı görüşündeydi. Bunu desteklemek için “Teknik öğrenebilirsin ama yetenek bakım ister” dedi ve ekledi, “cevher, öz, töz yoksa onları öğrenerek yazar olamazsın”. Doğuştan gelen yeteneklerin, kırılma noktalarının, çocukluk anılarının üstünde çalışmanın ve beslenmenin gerekli olduğunu vurgulayıp “Kendi kendinizin öğrencisi olun” dedi. Deneyimin kattığı bir şey olan “anlatı ve sanat farkı” arasındaki ince çizgiye ışığını düşürür düşürmez şu soruyu yöneltti:
“Birilerinin sızması için aralık bırakılan kapılar değil midir öykü?”
Öykünün sanki bir roman müsveddesi, romana hazırlık sınıfı gibi algılanmasından söz ederken “Türler ayrı bir dil gibidir” tespitinde bulundu. Ona göre en başta malzemeyi ve türü belirlemek gerekiyordu. Bunun için yazar elindeki malzemeye kulak vermeli, onunla konuşmalı, türleri iyi tanımalıydı. Öyküde mimari yapı önemliydi. Bundan sonra sıraladıkları, geçerliğini koruyacak bir ders niteliğindeydi diyebiliriz:
“Kendinizin olmayan meseleleri yazmayın. Yazdıklarınız içinizle yüzleşebileceğiniz hikâyeler olmalı. Sözün fazlasını at, imbikten geçir. Okura saha bırak. Öykü, aydınlanma anları sunan bir türdür. Yüzleşme sağlar.”
Hayatı dönüştürülebilir bir malzeme olarak görüp hayata edebiyat olarak bakan Murathan Mungan, son noktayı şu sözlerle koydu:
“Hayatla sanat alışveriş hâlindedir ve bizi zenginleştirir. Ben nasıl biri olmak istiyorum? Kendi seçtiğiniz biri olmak, kimlere seslenmek, kimleri seçmek istediğinizle ilgilidir.”
Murathan Mungan’ın türe dair düşüncelerinden sonra kitaba dönecek olursak, öykülerdeki başkarakterlerin kadın olduğunu ve her öykünün Türkiye’nin farklı kentlerinde geçtiğini, en nihayetinde yolların İstanbul’a çıktığını söyleyelim. Nurhayat-İzmir, Emine ve Gülsüm-Adana, Sevgi-Trabzon, Esme-Bursa, Şengül ve Songül-Samsun, Nihal ve Güzel-Amasya, Nazan-Ankara, Yıldız ve Seher-Sinop, Meltem-Çanakkale’den sonra Denizli, Hayat Hanım ve Tülay-Kırşehir, Suna ve annesi Saide Hanım-Erzurum, Aslı ve Birsen-Diyarbakır, terzinin kızları (Mücella, Müzeyyen, Mualla ve onların kızları Itır ile Süsen)-Kayseri, Asiye ve kızı Füsun-Gümüşhane, Deli Yurdanır–Mersin, Zozan-Tunceli ve son olarak herkesin buluşma adresi olarak Esenler Otogarı ile İstanbul.
Kitabın tamamını ve özellikle Esme’nin hikâyesini bugün tekrar okuduğumda, tuhaf bir tesadüfün beni bu noktaya getirdiğini düşündüm.
Aradan geçen on yedi yılda, kadına toplumsal bakış anlamında pek yol kat edememiş, yer yer sınıfta kalmıştık. Ancak kişisel dünyamda algım genişlemiş, kendi tecrübelerim ve yaptığım okumalar çerçevesinde insan ilişkilerine, birlikteliklere, evliliklere bakış açım değişmişti. Doğal olarak öykülere getirdiğim yorum da bir önceki okumadan farklı oldu.
Kadından Kentler’de her kadının hikâyesini (kocası, nişanlısı, sevgilisi, ailesi, kız kardeşi, annesi, babası, kızı, yakın arkadaşı, komşusu hatta mesleği ile olan ilişkisi üzerinden) klasik öykü anlayışıyla okuruna uzun uzun anlatır, yeri geldikçe öykülere mekân olan kentlerin karakteristik özelliklerini öne çıkarır Mungan. Öyle ki “Her şehrin fırınının ekmek kokusu farklıdır. Her şehrin saat kulesi de ötekinden farklıdır” dedirtir, Neşet Ertaş’ın memleketine geldiği ilk gece ölen Hayat Hanım’a. Kitabın ilk öyküsü Ömer Çavuş Kahvesi İzmir’in Kordonboyu’nda geçer. Yaşadığı kenti sabahın tazeliğinde görmek isteyen Nurhayat, tarif edemediği duygular yaşarken biz de etrafımıza dikkatli gözlerle bakarız. Doldurulmuş sahil şeridi, bankta oturanlar, liseli âşıklar, köpeğini gezdirenler, sabah koşusuna çıkanlar, işe gitmeden önce ellerinde birer simitle (aslında gevrekle) sabahın ilk saatlerinin tadını çıkaranlar, akşamdan kalma derbeder görünüşlü evsizler… Özlediği o bakış sırasında bir kenti her hâliyle sevmenin mümkün olduğunu görür, hatta kentini sever Nurhayat. On sekiz yaşın toyluğundan kadınlığa geçmeye hazırlanan evlilik arifesindeki bu genç kız, hiç beklemediği bir anda kendisiyle karşılaşıp duygularını keşfetmek üzeredir.
Kadın cinsi için sorunun burada yattığını düşünen yazar, kalemiyle toplamsal normları deşmeye başlar.
Henüz kendini, duygularını, bedenini daha tanımadan karı-koca olması beklenen genç insanlara, hayatın başka patikaları olabileceğini göstermeye çalışır. Özellikle genç kızların hep bir yetişkin, kendinden büyük bir refakatçi, bazen de erkek kardeşleriyle dışarıya salındığı çok tanıdık aile yapılarının bir ferdi olarak, Nurhayat karakterini kurgulaması boşuna değildir. Genç kızların dünyayı tek başlarına, kendi gözleri ve algılarıyla keşfetmelerine ket vurulan toplumlarda dışarısı erkeğe, içerisi kadına aittir. Kız çocukların evde oturması beklenir, eve giriş çıkış saatleri gözetilir. Nereye gidiyorsun, kimlerle olacaksın, ne zaman dönersin, sakın ola geç kalma ha, uyarılarıyla geçer zaman. Korumak, kollamak adı altında erkek çocuklara tanınan haklardan yoksun büyütülürler. Gelişimlerinin önünü açmak, onlar için engelleri kaldırmak şöyle dursun cesaret kırıcı yaklaşımlarla sokağa çıkmaları yasaklanır. Diyelim ki o cesur adım atıldı, huzur verilmez, gün yüzü gösterilmez onlara.
Nurhayat dışarıda yalnız olduğunda, özellikle erkek gruplarının kıyıcı bakışları altında ezildiğini hisseder. Genç kızlıktan yetişkinliğe adım atmaya hazırlanan her kadının deneyimlediği bir durumun, aslında gözle, sözle yapılan bir tacizin altı çizilir. Diğer yandan, bayram izninden dönen erler Alsancak İskelesi yakınında vapur beklediği sırada içlerinden biri, sözlüsüne rağmen hayatındaki eksikliği, noksanlığı hissettirir Nurhayat’a. İçindeki kıpırtının adını o yaşta koymakta zorlanması hiç şaşırtıcı değildir. Yalnızlık mıdır bu duygunun adı, özgürlük mü? Peşi sıra sorgulama başlar. Özgürlüğün acısı olur mu, olursa nasıldır? Okur olarak bizim de aklımıza çengellenir bu soru. Bir kadın için özgürleşmeyi göze almak, aynı zamanda yalnızlığı da göze almayı mı gerektirir? Sırf bununla kalsa iyi. Özgürlüğüne kavuşmak isteyen kadınlar ayrılmak istediğinde, boşanma aşamasında bu bedeli canlarıyla ödemektedir. İşte ortaokuldan bu yana, sabahın erken denebilecek o saati kendisiyle ilk kez baş başa kalıp içinden söyleşen, kentle yeniden ilişki kuran overlokçu Nurhayat’ı, geleceğinden habersiz Kordon’da bir kahvede oturup düşünürken bırakarak sonraki öykülerin eşiğinden adım atarız.
Eğitimini tamamladığı, hayatının bir bölümünü geçirdiği başkent, yazarın anılarında epeyce yer tutar ki Burası Ankara İl Radyosu, Şimdi… adlı öykü semt ve mekânlarıyla kitapta bir adım öne çıkar: Küçükesat, Kızılay, Tura Pastanesi, Ankara Palas, Yeni Sinema, Büyük Sinema, Kocabeyoğlu Çarşısı, Tansel Plak, Sakarya Caddesi, Goralı Büfe, Sıhhıye, Zafer Çarşısı, Kurtuluş Parkı, Siyasal Bilgiler, Ankara Radyosu, Cebeci Mezarlığı, Mamak ve “hep ağır ağır batan bozkır güneşinde” iki yanı ağaçlı sokakları basmış akasya kokuları okuru içine alır. Politik katmana sahip bu öyküde, devrimci gelenek içinde yer alan Nazan’ın, uzak akrabası yaşlı kadınla geliştirdiği zarif iletişim, birbirinin ailesi olmayı sonradan seçenlere güzel bir örnektir. Çünkü kan bağı yetmez bazen, bundan fazlası gerekir. Hayatı sanat müziği inceliğinde yaşayan bu kadının eşiyle arasındaki, çocuğa ihtiyaç duymadıkları ilişkiye yakından bakınca, sanılanın aksine çok daha derine kök salabilen bir bağla iki kişilik bir dünyanın kurulabileceği görülür. Her gün birbirini yeniden doğurmayı başaran bu çift sayesinde çekirdek aile kavramı sorgulanır.
Gelelim Esme’nin hikâyesinin anlatıldığı Yakası Beyaz Kürklü Taba Rengi Kaban öyküsüne.
Mutfakta el yapımı, üfleme cam bardaklardan birini yıkarken çıkar karşımıza Esme. Bir dekorasyon dergisine yaraşacak nitelikteki evinde, yardımcısına bırakmayacak kadar önemser bardaklarını. Buraya bir parantez açalım; öykülerdeki yaşanmışları simgeleştiren nesneler, tanıdık eşya kokuları, onların yarattığı “çağrışım sağanağı” kentler kadar ön plandadır. Önem verdikleri eşya, kurdukları düzen, bir kusursuzluğun altını çizen mekânlar aracılığıyla yazar, bize öykü kişilerini tanıtır. Eşyanın hatırlattığı duygular, onların koyu gölgesindeki anımsayışlar, o anlara geri dönüşler karakterler hakkında ipuçları barındırır. Çünkü ne eşyanın kendisi ne de ona sahip olma gücü, yaşananların önüne, yerine geçemez. Geçmişi anımsatmak dışında bir eşya insana ne verebilir. Kimseye yardım edemez, dile gelip konuşamaz, insan sıcağına ihtiyaç duyulan zor anlarda koşup yetemez. Sadece zaman ve uzamda kapladığı yer kadar, bir köşede öylece durur. Onun da arada bir tozunu almak gerekir.
Bu ilinti Italo Calvino’nun Görünmez Kentler adlı yapıtına ulaştırır bizi. Murathan Mungan Diyarbakır Surlarında adlı öyküsünde bu kitaba açıktan gönderme yapar.
Calvino’nun dişil adlar vermeyi tercih ettiği kent kavramı, Mungan’ın öykülerinde kadın karakterlerin etrafında örülür. Kimliğini ya da ilişkiler ağı içindeki aitliğini aramaya koyulan kadınlar, yitim duygusuyla anılar ve arzularına sarılarak, bıraktıkları iz doğrultusunda geçmişe giderler. Nesneler ve eşyaların yarattığı çağrışım gücü burada devreye girer çünkü yaşamların belirleyicisi durumundadırlar. Gerçekte kim olduklarını yaptıkları seçimler belirlemiş, eşyalar ile karakterler arasındaki iktidar, sahip olma gücü, zamanla nesneler denizindeki yüke dönüşmüştür. Bu da şimdiki zamanda yaşanan kendine yabancılaşmayı, bir kimlik krizini gündeme getirir. Eşyaların simgelediği, onlara yüklenen anlam kalabalığı arasında kaybolan karakterler, kendi inşa ettikleri yaşamın bir döneminde, hiçlik korkusu ve yalnızlık duyguları ile baş başa kalırlar. Varoluşun nesneler üzerinden tamamlandığı, tanımlandığı bir dünyada, nesnelerin kazandığı zafer baş köşeye kurulur. Hesap günü geldiğinde, zaman (burada geçmiş zamanın hatırlatıcısı eşyadır) ve mekânın (bir kent ya da ev olabilir) tutsaklığının, eşyalardan örülü o labirentin dışına karakterlerin çıkamadığı görülür.
Esme istediği hayata, hayalini kurduğu lüks villaya İstanbul’dan sonra Bursa Bademli’de erişmiş olmanın verdiği huzur, güven ve gurur duygusu içindedir. Her şey olması gerektiği gibi olması gereken yerde. Çekirge’deki geniş apartman dairesinden çıkıp eski Mudanya yolu üstündeki, kentin ileri gelen zenginlerinin lüks bir sayfiyeye çevirdiği küçük bir köye taşınır. Ancak kapının çalınıp eski eşi Engin ile onun gösterişli yeni karısı Tülin’in, kızları İrem’i almaya gelişiyle kendini güvende hissettiği atmosfer yavaş yavaş bulutlanır. Duygularını saklamak konusunda serinkanlı bir tutum sergileyen, her zaman çelik gibi sinirleriyle övünen Esme’nin içinde sinsi bir hüzün köklenmeye başlar. Bu duyguyu kontrol etmek, bir evin eşyasına çeki düzen vermek kadar kolay olmaz. Yıllar önce hediye ettiği kabanı Engin’in üstünde görür ve unutmak istediği ne varsa tüm yüküyle çıkagelir. Eski eşyalar, aradan geçen zamanda herkese aynı anlamı çağrıştırmamıştır. Kimisi için geçmiş güzel günlerin simgesiyken, diğeri için sırta geçirilen emektar bir kabandır sadece. Geçmişe dönüp bakmak, eskimiş duygulara dönmek ona rahatsızlık verir.
Geçmişinde yoksulluk, yoksuzluk olan insanların iş yaşamındaki başarısı, en tepeye yükselme isteği, sahip olma hırsının bir sonucu mudur? Yazar bu açıdan da düşünmemizi ister. Büyük bir ev, genişçe bahçe, seçkin eşyaların varlığıyla kurulan bir düzene gösterilen sıkı bağlılık, “eşya öksüzü bir çocukluk”tan kalan eski yaşantıya dönme korkusunu örtmek içindir. Esme özen ve önemle bir araya getirdiği nesnelerle ve onların anımsattığı an parçalarıyla donattığı kozasında, çağrışım yüküyle baş başa kalır. O ağırlığın etkisiyle kendiyle, duygularıyla yüzleşmekten kaçamaz. Evin ıssızlığı, sessizliği onun yalnızlığının altını kuvvetle çizer, ilk kez çaresiz hisseder. İş yaşamında ne kadar başarılı olursa olsun, yükseğe tırmanırsa tırmansın, ne kadar kazanırsa kazansın, özel hayatında kaybettiği gerçeği, değişmez bir nesne gibi durur gözlerinin önünde.
Birinin veya bir şeyin değeri kaybedilince daha iyi anlaşılır. Bazen kaybetmek yetmez, kaybın büyüklüğünü görmek için o şeyi başka birine kaptırmak gerekir. Göz önünde duran ama artık senin olmayan bir şey! İnsan neyden yoksun kaldığını nedense böyle zamanlarda idrak eder, avcundan kayıp gittiğinde. Yazar, kazanç ve kayıp kadar kıskançlık ve sevgi arasındaki sınıra da değdirir kalemini. Bir insanın değeri, işler yolunda giderken değil kriz zamanında anlaşılır. Alışık olunan düzenin, konfor alanının dışına çıkmak, yaşam koşullarının değişmesi insanın asıl karakterini su yüzüne çıkarır. Bir evlilikte birbirinin gerçek yüzünü, içinde sakladığı muamma kadar dışa vurduğu aydınlığı, boşanırken fark eder insan. Fark etmek derdin yükünü ağırlaştırır bazen, kişiyi kaybettiği gerçeğiyle baş başa bırakır. Kimisi zehrini kusarak, kırıp dökerek, arkasında cesetler bırakarak çıkıp gider bir hayattan. Pek azı da incitmekten, örselemekten sakınarak. Yaşanmış bir ilişkiye ihanetten ziyade kendine ihanet etmekten korkarak. Yara almadan, yara açmadan, kendine yakışanı yaparak gidebilmenin yollarını arar. Bunun mümkün olabileceğini Engin’in ayrılık konuşmasında görürüz. Böylece Esme ile ikisinin hikâyesinde bir kötü adam aramaya gerek kalmaz. Ortada suçlayacak kimse yoktur. Evliliği biterken Esme’yi asıl üzen şey, ayrılmayı ilk dile getirenin kendisi yerine Engin oluşudur. Kaybederken bile kazanmaya odaklanan, son sözü söylemek isteyen ruhlardan biridir Esme. Oysa Engin’in Tülin ile kurduğu yeni yaşamına uzaktan bakınca, birbirlerine yakıştıklarını görür. Yakaladıkları bu uyum onu içten içe acıtmaya yeter. Çünkü dünyayla yarışıp itişen kadınlardan değildir Tülin. Güçlü tutkular, ihtiraslar taşımayan, sade bir iç dünyaya sahip erkeklerdendir Engin. Talepkâr olmak yerine yetinmeyi bilmenin hissettirdiği huzurda, ortak hislerde buluşarak, sevgi dolu sessizlik anları inşa etmeyi başarırlar. Boşlukları da olabilen, sessizlikleri de, sevginin sesinin de, müziğinin de, bazen yalnızca bir soluk alışverişin bile duyulabildiği bir yaşam kurulabileceğinin ispatı gibidirler. Esme’yi çaresiz bırakan neden sanki burada aranmalıdır. Onun hamurunda olmayan, eksikliğini anca kaybedince hissettiği bir şeyi, kendi hayatının dışına çıkıp geride kalmış günlere bir başkası gibi baktığında görür.
Bitmiş, mutsuz bir evliliğin sonrasına odaklanan öyküde zaman, geri dönüşlerle karakterlerin geçmişini aydınlatır.
Bir evliliğin sonlanışı, hayatta olanlar ve olması istenenler arasındaki tutmazlığı gösterir. Bazı açılardan ayrıcalıklı ve şanslı kadınlardan sayılabilir Esme. Zira günü geldiğinde boşanabileceği bir erkekle evlenmiştir. Esme’den ayrılmaya karar verdiğinde çirkinleşmeden, çirkefleşmeden, kötülük saçmadan, bu konuşmayı zarafetle yapabilmek için kafa yorar Engin. Bu da bir tercihtir. Hem gerçekte hem de kurguda ideal bir karakterin temsilidir. Basit, sade ve anlaşılır bir hayat özlemiyle kusursuz bir hayattansa kusurlu bir mutluluğu seçerek gitmiştir. Tülin’e âşık olduğunda, muhtemel kusurlarıyla, her şeye yeniden başlamayı göze alır. Gerçi onlarınki bir kusur gibi durmaz. Aşılması mümkün birtakım engeller, sınavlar olduğu hissettirilir. Öyle ki öyküde her ayrıntıya giren yazar, bu konuda sır vermez. Demek ki dozunda, yönetilebilir, üstesinden gelinir, olağan, adına ancak pürüz denebilecek önemsiz meselelerdir diye düşünürüz. Biraz törpüleyince düzelecek türden şeyler. Tülin ve Engin’in bu sınavı geçeceğine inanmak isteriz, belki de çoktan geçmişlerdir. Böylece onların ilişkisinde sadece sevmekle, sevişmekle dünyanın dönmeyeceğini idrak etmiş iki olgun ruhun, birbirini tamamlayışına tanık oluruz. Emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya yaratmanın, insanın elinde olduğunu bilerek, birbirinde bu özeni yakalayıp bu özeni birbirine göstererek yola devam ederler. Şimdilik.
Esme’nin hayatından giden gitmiş, geç kalınmışlığın hüznü kalmıştır geride. Bitenin, gidenin ardından açılan boşluğu görmemek, kendinden kaçmak için özenle seçilmiş şık eşyalarla örülü kozanın bir tuğlasını çekip parçalaması da çare olmaz. Öykünün başında itinayla yıkadığı bardaklardan birini duvara fırlatıverir. Ne insanlar ne eşyalar ne de eşyaların anımsattığı anılar yerli yerindedir artık. O âna kadar yalnızlığı ile geçimli olduğuna kendini inandırmış ancak terk edilmişliğin yarattığı huzursuzluğa gücü yetmemiştir. Bu duygunun bir yenilgi olduğunu düşünür. Kazanmaya, hep almaya, sahip olmaya, talep etmeye o kadar alışmıştır ki her şey hep istediği gibi olmuştur. İşler onun kontrolünden çıktığı, kontrolünü kaybettiği noktada kendini dönüştürmek yerine kırıp dökmeye ayarlar zamanı. Yalnızlıkla baş edemez. Geçmişi değiştirme kudretinden yoksundur ve gölge yanlarında besleyip büyüttüğü yetinmezlikleriyle karşılaşması, bunu hazmetmesi de kolay olmayacaktır. Bu örnekte olduğu gibi her şeye sahip olmaya çalışmak bir ilişkinin, iki kişilik bir hayatın sonunu pekâlâ getirebilir. İstemekte sorun yoktur da istediğin, arzuladığın, düşünü kurduğun o şeye sahip olduktan sonra onunla ne yaptığın, ne yapacağın sanki daha önemlidir. Kıymet bilmek, emek vermek, korumak, beslemek, bir sevgiyi her gün yeniden üretmek gerekir.
İnsan ilişkileri, aşk ve evlilikler üzerine yazılmış bu öyküye okur olarak her birimiz farklı yorumlar getiririz.
Çünkü hayatın gerçekleri, duygular ve kişisel dünyaların içinden bakarak değerlendiririz. Birinin hayatında yer etmeye başlayıp onun hayatından çıktığımız âna kadar hep gülümsemeyle hatırlanmanın gerçekte imkânsızlığını biliriz. Öyle olsa her şey ne kolay. Oysa bir ilişkide karşısındakinin en hırçın, en sahici hâllerini görebilir insan, karanlık taraflarını ortaya dökebilir. Mesele sadece tatlı tatlı esmek de değil. Bazen deli deli, bir poyraz gibi de esmeli. Çılgın, hesapsız… Öykü türünde olduğu gibi zaman ve mekânı eğip bükerek. Ama hep tutkuyla.
Murathan Mungan, öykülerin çoğunda ekonomik özgürlüğünü kazanmış, kariyer yapan güçlü kişiliği olan karakterler, ayakları yere basan, ne istediğini ya da istemediğini bilen kadınlar yaratmış.
Her biri iş, meslek ya da bir sanat sahibi olarak çıkar karşımıza: Overlokçu, adli tabip, iş kadını, öğretmen, öğretim üyesi, eczacı, kaybolmuş yeteneğiyle fotoğraf sanatçısı, emlakçı, gazeteci, hâkim, avukat, sinema artisti. Öykülerin bir yerinde, geçmişe açılan kapıların eşiğine kadar getirir öykü kişilerini. Bıraktıkları izlere basarak, zamanda geriye doğru hareket ettirir. Olayları geçen yılların üstünden değerlendirmemizi ister. Çünkü insanın bazı eşiklerden atlayarak ilerlediği şu hayatta, yaşam sırf yeni başlangıçlardan ibaret değildir. Bugünkü kişi olmayı sağlayan çoğunlukla geride bırakılanlardır. İster içeride evlerde, odalarda; isterse dışarıda, yolda, iş hayatında kadınların dünyasına ait ayrıntıları titizlikle örer Mungan. Kuaförde kadınlar arasında geçen konuşmaları, mutfaktaki iş bölümünü, kap kacağın adını, ne işe yaradığını, kullanım alanını, elişlerini, kanaviçeleri, sarmaları, ekruli tülleri, Buldan dokumalarını, havuz yaka elbiseleri yeri geldikçe tek tek sıralar. Öykülerde yer alan detaylarla iğne oyası gibi ince ince, birbirinden farklı, kurgusal dünyalar örülür.
Kadınların kaybettikleri özgürlüklerinden de bahsetmeyi ihmal etmez yazar.
“Kadınlar daha ferah giyinirlerdi o zamanlar” cümlesiyle ortaya koyar bunu. Taşra yaşantısının değişmeyen gerçekleri karşısında gönlü erken küsmüş kadınların, yapması gerekenleri yapmakla görevli gelinlerin, zehir acısı mutsuzluklarıyla intihara zorlanan, karanlık çukurlarda katledilen, töre cinayetine kurban verilmiş kızların başını okşar. Kitabın son sayfalarına ulaştığımızda birbirinden habersiz karakterlerini; geleni, gideni ve bekleyeniyle kaderlerinin kesiştiği yol ağzında, Esenler Otogarı’nda buluşturur. Yolların kavuşum noktasıdır İstanbul. “Gelenler kentin içine, gidenler bütün Türkiye’ye hayalleri, ümitleri, serüvenleri, hayatlarıyla” dağılırlar.
Yazıya noktayı koymadan; on yedi yaşın verdiği tedirginlikle elimde valizimle üniversiteyi okumak için bir kabuk gibi beni saran memleketimden çıkıp yolumun önce Esenler Otogarı’na uğraması beni de bu öykülerin bir karakteri yapar mı diye düşünmeden edemedim. Benim kişisel yolculuğumda bir kıyı kentinden sonra gittiğim ikinci mavi gözlü şehir İstanbul’un, bir durak değil sadece uğrak noktası olduğunu belirterek bitireyim. Son durağım, gözlerimden değil mavisi tüm kalbimden, kıyısız kentim Ankara’dır.
Esme Aras

 

 

Diğer Panzehir Dosya yazılarını okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir