DİMİTRİ’YE / B. Bengi Birgi
DİMİTRİ’YE
Kuvvetli rüzgârlar sonbahar yapraklarını önü sıra sürüklerken, birkaç gündür kesintisiz yağmur yağdıran bulutları yeniden şehre taşımıştı. Nihayet güneş yüzünü kurşuni bulutların arasından da olsa göstermiş, karanlık sabahların ardından aydınlık bir güne uyanmıştım.
Pencereyi araladım. Hafifçe dalgalanan ince tül perdeyle birlikte mis gibi ıslak toprak kokusu içeri doldu. Evde bir başıma geçen günlerin ağırlığı, o an sanki omuzlarımdan çekilip alındı. Pencereyi kapatmadım. Üzerime bir hırka geçirip alışveriş çantasını aldım, evden çıktım. Deniz kıyısından yürür, sonrasında da limanın karşısındaki marketten alışverişimi yaparım diye düşündüm. Bornova sokağına paralel, sahile dik inen Arnavut kaldırımlı barlar sokağına saptım. İki katlı cumbalı evlerin arasından yürürken cılız bir ses “Evladım, bakar mısın?“ dedi.
Sesin geldiği yöne döndüm. Bir elinde telefon, diğerinde baston olan yaşlı bir kadınla göz göze geldim. Bakışlarında derin bir hüzün vardı. Ensesinde topladığı pamuk gibi bembeyaz saçları ve yaşlı görüntüsünün altındaki zarafet hemen dikkatimi çekti. Desenli elbisesinin rengine uygun mavi el örgüsü şal atmıştı omuzlarına. Vapur iskelesine gitmek için çok sık bu sokağı kullanmama rağmen yaşlı kadının kapısının önünde durduğu, iki barın arasına sıkışmış, yer yer badanası dökülmüş, virane tek katlı yapı daha önce dikkatimi çekmemişti. Daracık cepheli yapının girişini, barların dışarıya çıkarttığı masa ve sandalyeler kapatmıştı.
Babam anlatırdı, onların çocukluğunda bu evlerin birçoğu gayrimüslimlere aitmiş. Zaman içerisinde evler el değiştirmiş, yeni sahipleri de eskinin cumbalı evlerini bar veya restorana çevirmişler.
“Bana mı seslendiniz?”
“Evet” derken bir yandan da elindeki telefonun rehberinden bir isim arıyordu. Bulduğunda, parmaklarını bir süre ismin üzerinde gezdirdi. Sonra başını eğip hafifçe iç çekti. Telefonu bana uzattı.
“Evladım… Rehberden Dimitri ismini siler misin? Ölmüş o…”
Sildim… Titreyen elleriyle uzattığım telefonu aldı, onsuz yapamayacağı anlaşılan bastonunu bir eliyle kontrol ederek, yavaş hareketlerle içeri girip kapıyı kapattı. Yaşlı kadının tükenmiş görüntüsüne inat, penceredeki küçük saksıda coşkuyla açan kırmızı sardunyalarla kapının ardında kalakalmıştım. Yoluma devam mı etmeliydim? Kapıyı çalıp “İyi misiniz?” mi demeliydim? Karar veremedim.
Aklım yaşlı kadında kalarak, ağır adımlarla sahile yürüdüm. Meraktan mı acıma duygusundan mı bilmiyorum, beni evden uzaklaştıran her adım zihnime geri dön sinyali gönderiyordu. Sinirlendim düşüncesizliğime. Ne diye kadının iyi olup olmadığını sormamıştım ki?
Dimitri kimdi?
Neydi hikâyeleri?
Sokakta onca kalabalık varken beni seçmişti. Neden ben?
Yürüdüğüm yoldan geri döndüm. Geç saatlere kadar eğlenen sokak, henüz uyanmamıştı. Barlardan dışarı yayılan sigara ve içki kokusu geceki tazeliğini koruyordu. Arnavut kaldırımlarında kızların topuklu ayakkabılarının çıkardıkları sesler, en iyi içkinin ve eğlencenin orada olduğunu söyleyen çığırtkanlar, birbirlerini duyabilmek için müzik sesleri ile yarış halinde sohbet etmeye çalışanlar, fal bakan çingeneler… Öğleden sonra başlayıp sabahın ilk ışıklarına kadar süren sokağın olmazsa olmaz müdavimleri, henüz uykudayken yaşlı kadın uyanmıştı.
Kapının önünde biraz bekledim, zili olmayan evin kapısının el şeklindeki pirinç tokmağını iki kez tıklattım. Duymaz mı acaba derken, önce bastonunun sesi geldi,
“ Kim o?”
“Az evvel telefonunuzdan Dimitri’nin adını silmiştim.”
Kapı aralığından beyaz saçlı kafasını uzattı.
“Buyur evladım, bir şey mi istemiştin?”
“İyi misiniz?” dedim, kapıyı biraz daha araladı. Bir eliyle bastondan güç alarak dik tutmaya çalıştığı bedeniyle yüzüme bakıyor, anlamaya çalışıyordu.
“Dimitri öldü, dediniz. Yüzünüzdeki hüzünden etkilendim. Gidemedim… Anlatmak istediniz de ben sormadığım için mi bir şey demediniz. Konuşmak isterseniz, dinlemek isterim demeye geldim.”
Yüzüme baktı, biraz şaşırmıştı. Işıltısını yitirmiş gözlerindeki hüzün dağılır gibi oldu.
Kapıyı biraz daha açtı, geçebilmem için kenara çekildi.
“Gel evladım.“
Evin içi, dışı kadar virane değildi. Girişte üstü oymalı kocaman boy aynalı ayakkabılığı açtı. Küçücükken giydiğim annemin çeyiz terliklerinin benzeri rugan terlikleri ayaklarımın önüne bıraktı.
“Yerler soğuk.“
Loş salona geçtik.
“Üşümüşsündür, sana bitki çayı getireyim.”
“Zahmet etmeyin“ demeye kalmadan salona açılan bir kapıya doğru yönelmişti bile. Yalnız kaldığım odada etrafı incelemeye koyuldum. Konsolun üzerindeki çanağın içinde kurutulmuş lavanta çiçekleri, odanın eski eşya kokusunu bastıramıyordu. Bakışlarımı tek tek eşyaların üzerinde gezdirdim.
Çocukluğumda seyrettiğim Türk Filmlerinin setindeydim sanki.
Yüksek tavandan aşağıya kadar inen bordo kalın kadife perdeler henüz açılmamıştı. Pencerenin önüne küf yeşili iki adet oymalı koltuk yerleştirilmişti. Koltukların takımı olan kanepeyse üst çekmecesi aralanmış bir konsol ile karşılıklıydı, yanındaysa iki duvar arasında çaprazlama yerleştirilmiş gümüşlere ev sahipliği yapan camlı bir vitrin vardı.
Tepsinin içinde iki fincan mis gibi kokan tarçın çayıyla salona girdiğinde mermer sehpadaki fotoğraflara bakıyordum. Oturmam için cam kenarındaki tekli koltukları işaret etti. Kadife perdeleri kenara topladı. Rengi zamanla solmuş, neredeyse iğne oyası kadar ince örülmüş dantel perdelerin arasından güneşin parlak ışıkları içeriye süzüldü. Işık, odanın karamsar loşluğunu silip süpürmüş, yerini aydınlık bir iyimserliğe bırakmıştı.
Elimdeki fotoğrafları işaret ederek “Onlar yalnızlığımı unutturuyor, baktıkça nefes aldığımı, yaşadığımı hissediyorum” dedi.
Konuşması da hareketleri kadar ağırdı. Arada dalıp gidiyordu. Anlatmak istiyor da karar mı veremiyordu, nereden başlayacağını mı bilemiyordu?
Onun sessizliği beni bir şeyler söylemeye zorluyordu ancak kelimeler tükenmişti sanki. Fincandan aldığım bir yudum çayın sesi, sessizliğin içinde en yüksek perdeden çıkmış, ona varlığımı hatırlatmıştı.
“Dimitri” dedi usulca… Sustu yine.
Tekrar konuşmaya başladığında fincanımda kalan son yudumu içiyordum.
“Bu dünyadan erken göç eden ailemin ölümünün ardından tanıştım Dimitri’yle.
İki ders arası vakit geçirmek için gittiğim üniversitenin kantinine girerken kapıdan hızla çıkan biriyle çarpıştım. Tüm huysuzluğumla ‘Dikkat etsenize!’ diye çıkışmak için kafamı kaldırdığımda, onun masmavi, sıcacık bakan gözlerini gördüm.
‘İyi misiniz?’ dedi.
Büyülenmiştim, bayılacak gibi oldum. O mavi gözler sersemletmişti beni.
‘İyi misiniz?’ dedi tekrar.
Cevap veremedim. Nefesim kesilmiş, buzdan heykel olmuştum.
Elini alnıma koydu, ‘Yüzünüz bembeyaz olmuş’ dedi.
Masaların birinden bir sandalye çekip oturttu. ‘Ben size su…’ demesine fırsat kalmadan, onu çoktan su dolabına doğru yönelmiş halde gördüm.
Uzattığı suyu içtim.
‘Özür dilerim dikkat etmeliydim. Derse yetişme telaşındaydım’ diyerek bir şeyler anlatıyordu, bense mumyalanmış gibiydim. Bedenim orada ama ruhum kanatlanmış, sıcacık bakan gözlerinin etrafında uçuşuyordu. Daha önce hissetmediğim değişik kıpırtılar vücudumu esir almıştı.
Toparlanmam için ayakta biraz daha bekledi.
‘Renginiz daha iyi. Gitmek zorundayım ancak size bir özür borcum var. Yarın aynı saate burada sizi bekliyor olacağım’ diyerek hızla uzaklaştı.
İşte o Dimitri ölmüş.”
Hırkasının cebinden kendi kadar zarif, işlemeli bir mendille gözyaşlarını sildi. Kalktım, önünde diz çöküp ellerini tuttum.
“Hatırlamanıza neden oldum, üzdüm sizi“ dedim sıkıntıyla.
“Üzülme evladım, Dimitri’yle sevdamız hasret üzerine yazılmış. Hiç kavuşamadık biz” diyerek anlatmaya devam etti.
“Ertesi gün buluşacağımız saat bir türlü gelmek bilmiyordu. Aklımda tek bir soru vardı, ya gelmezse…
Okula erken gittim. Kantine girmek için sözleştiğimiz saati bahçede bekledim. Kendimce buluşmamızı önemsemediğimi gösteriyordum. Hâlbuki heyecandan kalbim çıkacak gibi hızlı atıyordu. Gözlerim kantindeki masalarda dolaşırken, elini kaldırarak onu görmemi kolaylaştırdı. Oturmama fırsat vermeden ayağa kalktı.
‘Okul dışına çıkalım, Ülkü Pastanesine ne dersin?’ dedi.”
“Sen bilmezsin evladım eskiden Sevinç Pastanesinin adı Ülkü’ydü” diye açıklama yaptıktan sonra devam etti.
“Kâh konuştuk kâh sessizce oturduk. Aramızda fazla söze de gerek yoktu. Eros’un oku iş başındaydı. Uzun zamandır böyle mutlu hissetmiyordum kendimi. Dolu dolu altı ay geçirdik birlikte. Eğlendik, güldük, birbirimizi hiç bırakmayacağımıza dair sözler verdik, evlilik hayalleri kurduk. Gecemiz gündüzümüz birlikteydi. Bir ömre sığacak hatıralarımız oldu.”
Kalktı üst çekmecesi açık konsoldan özenle bağlanmış zarfları çıkardı.
“Elli yılda da bu mektupları” dedi.
“Dimitri’nin ailesi İstanbul’da yaşıyordu. Ağustos sonuna geldiğimizde babasının ‘Mezun oldun ne işin var İzmir’de, gel artık’ talimatlarına bahaneler bulamaz olmuştu. Birkaç hafta içinde babası ile konuşup geri döneceğine söz vererek İstanbul’a gitti.
Sustu… Yüzündeki hüzün yerini acıya bırakmıştı.
“Ah o kara gün” diye devam etti.
“O kara gün bizim hayallerimizle birlikte nice hayatları, aşkları bitirdi. Aileleri dağıttı. İnsanları evinden, yurdundan, komşularından ayırdı. Gitmesinden birkaç gün sonrasına denk gelen 6 Eylül gecesi, öfkeli gruplar gayrimüslimlere saldırmışlardı. Vitrinleri yerle bir ettiler, dükkânları, evleri yağmaladılar, Müslüman olmayanları sopalarla dövdüler. Yüzlerce insan yaralandı. Ölenler de oldu. Olayların vahameti İzmir’e birkaç gün sonra ulaştı. Dimitri’nin babası da ölmüş, kafasına gelen sopalarla kaçmaya fırsat bulamamış zavallı.
Annesi ve kardeşiyle birlikte Türk komşuları kendi evlerinin bir odasına gizleyerek kurtarmışlar onları. Ortalık hükümetin sıkıyönetim ilan etmesiyle yatıştı. Cenazelerini de anca ondan sonra gömebilmişler. Annesi oralarda kalmak istememiş. Paris’te yaşayan abisinin yanına gitmek istemiş.
Annem ve kız kardeşimi dayımın yanına yerleştirip en kısa zamanda döneceğim söz veriyorum, beni unutma, diye yazmış gönderdiği telgrafta. Dünya başıma yıkılmıştı. Dimitri’nin başına bir şey gelmediği için sevinirken şimdi nereden çıkmıştı bu ayrılık?”
Yaşlı kadın sessizce gözlerini yere dikti, usulca fısıldayarak “Söz verdi ama dönmedi. Paris’te kaldı” derken bir damla yaş süzüldü yanaklarına.
“Onsuz yarım kalmıştım… Severken, unutamazken, özlerken o arkasına bile bakmadan çekip gitmiş, dönmemiş miydi? Annesi mi göndermemişti? Ben mi gitsem? Kabul eder miydi? Kafamda karşılığı olmayan sorularla geçen beş yılın ardından bir mektup aldım, Paris’ten geliyordu. Varlıklarını unuttuğum kelebekler yine gelmişti. Yırtarak açtım zarfı. Evlendiğini, bir kızı olduğunu, beni unutamadığını yazıyordu. Mektupla devam edebilir miyiz, diye soruyordu. İncinmiştim ama gidişiyle başlayan boşluk duygusu mektubuyla bir anda yok olmuştu. Bir süre gizliden gizliye mektuplarla, fotoğraflarla sürdürdük sevdamızı. Zamanla onların da arkası kesildi. Uzun zaman haber alamadık birbirimizden.”
Kısa bir an yine sessizleşti.
“Geçen yıl eski dostlarını ziyaret etmek için gelmiş Türkiye’ye. Aileden yadigâr onun da bildiği evde oturuyor olmam beni de bulmasını kolaylaştırmış. Sevinç pastanesinde birer çay içtik. Nasılsın dışında aramızda ki sözcükler tükenmişti. Biraz oturduk, kalkmalıyım dedi. Telefonunu kaydetti telefonuma. Karşılaşmamızdan sonraki birkaç hafta aramak istedim, beni tutan neydi bilmiyorum, aramadım. O da aramadı. O gün son görüşmemizmiş meğer, vedalaşmaya gelmiş sanki.”
Hatırladıkları yaşlı bedenine ağır gelmiş, omuzlarının gittikçe çökmesine neden olmuştu. Gözyaşları akmaya devam ediyordu.
Onu üzdüğümü düşünerek “Yoruldunuz, ben gideyim artık. İzniniz olursa arada uğramak isterim” dedim. Başını hafifçe salladı, gülümsedi. Birlikte kapının önüne çıktık. Sardunyanın kuru dalını kopardı. Bir şey söylemek ister gibiydi. Yaşlı gözleri yüzümü taradı, biraz da çekinerek “Bir şey rica edebilir miyim evladım sizden?” dedi.
“Elbette.”
Hiçbir şey demeden içeri girdi. Döndüğünde, mavi şalına sarılmış bir şeyleri göğsünde sımsıkı tutuyordu. Titreyen elleriyle bana uzattığında, şalın içinde yarım kalmış sevdanın, söylenmemiş sözlerini taşıyan mektupların olduğunu gördüm. “Bunları bırakacak kimsem yok…” dedi. “Anlamını kaybedeceği ellerde yitip gitmesin. Sen saklar mısın?”
Omuzları çökmüş, bakışları şalın arasından görünen o eski zarflara takılı kalmıştı. Adeta gençliğine veda ediyordu.
Bu, onu son görüşümdü.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
