Duygu Özsüphandağ Yayman

KENDİNE GÖSTERİLEN YERE OTURMAZ ÇÜNKÜ O ‘TUHAF BİR KADIN’

Kadının yeri, evidir.

Kocasının dizinin dibidir.

Baba ocağıdır, ana kucağıdır.

İlle de analığıdır.

Filanca dinde kadının yeri şöyledir, böyledir.

Toplumda, ailede, törede…

 

Kadının yeri… Sahi, var mıdır böyle bir yer? Ne yana düşer? Taht mıdır, baht mıdır? Olmalı mıdır? Şimdi bunun yeri ve zamanı mıdır?
Evet, evrenin bu civarlarında ve zamanın derin çukurundan gelen bu yüzyılda dahi konumuz tam olarak budur, sevgili okur. Nasıl olmasın? Hayaller Paris, hayatlar buralar. Zemin, kadının ayaklarının altından çekilip alınırken daha neyi konuşalım, değil mi ama? Hem de meseleleri mesele edinmenin en müstesna yolu edebiyatla yapalım bunu. Üstelik de edebiyatımızın müstesna romanlarından Tuhaf Bir Kadın’ın aykırılığıyla gösterelim mi, kadının kendine atanan yeri ve zamanı nasıl altüst ettiğini? Gösterilen yere oturmadığını, oturmayacağını, gerekirse ilelebet ayakta kalacağını, kendi yerini kendisinin tayin edeceğini.
Romanın aykırılığına sebep elbet yazarı. Leylâ Erbil ki her kitabının başına “Bu kitap hiçbir ‘ödül’e katılmamıştır” notunu düşerek kafa tutuyor, genel geçer yargılara, jürilere mürilere… Edebiyatın öncüsü 50 kuşağından geliyor Erbil. Yeni söyleme yolları, yeni dil kuralları, yeni anlatım olanakları arayıp bulan, sadece biçimle oynamakla kalmayan; ülke gerçeklerini kurmacanın olanaklarıyla ve aydın sorumluluğuyla yazan, ardından gelen kuşaklara yollar açan bir yazar.
Tuhaf bir roman bu. Dedik ya Leylâ Erbil, 1950’lerin, söyleyiş farklılığıyla ön açan aykırı yazarlarından. Kız, Baba, Ana ve Kadın olmak üzere dört bölümden oluşan romanın üç anlatıcısı var. Kız ve Ana bölümlerinde anlatıcı, başkarakter Nermin. Baba bölümünü, Nermin’in babasının dilinden okuyoruz. Nermin’in yetişkinliğini anlatan sonuncu bölüm Kadın ise ilahi anlatıcıyla yazılmış.
Leylâ Erbil romanın başkahramanı Nermin’e tuhaf demiş. O demişse vardır bir bildiği. Ne de olsa kadın- erkek ilişkileri Erbil’in dertlerinden. Toplumun, kadına yıktığı sıfatı alıp onu bir güzel eğmiş, bükmüş, 20. yüzyıl erkek egemenliğinin gözüne sokmuş (ki 21. yüzyılda da değişen bir şey yok). Diğer kadın karakterler; anne Nuriye Hanım, yakın arkadaş Meral, diğer arkadaşlar Kevser ve Ayten, hepsi toplumda kadına atanan yerlerin temsilcisi. Anne, mahalle baskısının, el âlemin, taassubun, erkek egemen sisteme amade kadının diğer adı. Çocukken kızını yüzmeye götürdüğü yerdeki muamelesi bile yeter anlamaya. Annesinin keşfettiği bir yer orası. Beşiktaş’tan vapura binip Anadoluhisarı’nda iniyorlar. Çocukların girdiği sığ bir denizin kıyısına gidiyorlar. Nermin anlatıyor:
“Annem koca bir havluyla silindir biçiminde sarar beni, soyunurum, mayomu giyerim. Mayom, annemin örmesi, renk renk, gırtlağa kadar kapalı, yarım paçalı acayip bir şeydir. Denize koşarım işte öyle annemin yarattığı bir deniz hayvanı gibi. O, orada taşlara sergi bir yaygıya oturur, ince bej rengi pardösüsünü çıkarmaz üzerinden ve kapkara yağmur şemsiyesini açar güneşe. Çok açılma. Akıntı var bugün gene, bu yana gel. Hadi artık. Ben havluyu hazırlar hazırlamaz koşacaksın. Bir iki üç koş.”
Annesi örmüştür, mayosunu. Kesip biçmiştir, kızının elbisesini. Ama kendisi farkında değildir; üstüne giydiği annelik rolünü erkek egemen toplum biçmiştir, o da kızına giydirmeye girişmiştir. Nermin’in en yakın arkadaşı Meral, tacize, tecavüze, sistemin şiddetine karşı koyacak gücü kendinde bulamayan, önünde sonunda Nermin’in savaştığı düzene teslim olup konforun tadını çıkarmayı tercih eden kadın. Ayten ise parayla yakıştırılan hayatı kabul eden kadın. Ezcümle Nermin dışındaki tüm kadınlar, kendilerine gösterilen yere oturuyor. Erkeklerin kurduğu büyük kentin kadınları bunlar. Mansplaining işliyor. Barları, gazeteleri, evleri, iş hanlarını erkek söylemi şekillendiriyor, onlar her şeyi çok biliyor! Başkarakterimiz ise isyan ediyor, etrafındakilerinin bastıkları yerin altını üstüne getiriyor. Yenilse de yapıyor. Bu nedenle romanda zeminin önemi büyük. Daha ilk cümlelerinde ayaklarını mekâna koyan bir eser bu. Şöyle başlıyor:
“Bugün Bedri, Meral’le beni Lambo diye bir meyhaneye götürdü. Balıkpazarı’nda küçücük bir yer burası, çok hoş.”
Sonra Nermin, o zeminden havalanıp uçacak. Kendisini de çevresini de dönüştürecek. En çok da çoğunluğu yazar ve şairler olan erkekleri… İlk bölüm, Nermin’in gençliği, üniversite öğrenciliği, kendini ve çevresini keşfedip tanıması, sol düşünceye katılması, bir şair olarak erkek edebiyat dünyasına girmesi ve aydınların yarattığı hayal kırıklığı üzerine kurulu. Bu bölümün mekânları ağırlıklı olarak Beyoğlu’ndaki barlar, sinemalar, gazete binaları ve annesiyle yaşadığı, babasının sık sık deniz seferine çıktığı evleri. Lambo, Degüstasyon, Çardaş, Baylan… Karaköy’e, uğruyor, Beyazıt’a okula gidiyorlar. (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okuduklarını, hocalarının Ahmet Hamdi Tanpınar oluşundan anlıyoruz.) Ezcümle, İstanbul’un aydın çevresinin mekânlarında geziyor. İlk baskısı 1971’de yapılan romandan öyle anlıyoruz ki 1960’lar İstanbul’unun beyaz-erkek entelijansiyasının yaldızını kazıyınca altından erkek feodalitesi çıkıyor. Nermin ve Meral, mekân sahibi Lambo’nun adıyla anılan bara gitmeye başladığında henüz birer öğrenci. Özellikle Nermin, edebiyata meftun, şiirler yazıyor. Yazdıklarını barda bir erkek şaire gösteriyor, küçümseniyor ve orada yaşadıkları, Nermin’i büyütüyor. Bir kadını en çok neresinden vururlar? Tabii ki ahlakçılık yaparak cinsiyetinden, cinsel kimliğinden. Hakkında dedikodu uydurup toplum içinde onu aşağılamanın yolunu böyle bulurlar. Evet, bunu tam da aydın denen, böyle düşünmeyeceği zannedilen erkekler, kentin en uygar olduğu sanılan mekânlarında, aydınların üssü olan bir barda yapıyor. Fakat Nermin, Lambo’da hepsinin ağzının payını veriyor. “Sen kimsin yahu, kim oluyorsun?” diyen A. adlı erkeğe, “Ben bir şey değilim ama siz de değilmişsiniz oysa ben sizi bir adam sanıyordum!” diyor. Adam, Nermin’in üstüne yürüyüp onu kovunca Nermin, kadının yerini, dünyanın ucunu bucağını ona gösteriyor:
“Sen kim oluyorsun da benim nerede oturacağıma karışıyorsun? … Gitmiyorum, senin haddin mi beni kovmak, senin keyfine göre mi yaşayacağımı sanıyorsun? Sen mi benim hayatımı yöneteceksin, hangi hakla?”
Diyaloğun burasında devreye, kadın hakları ve Atatürk ilişkisi de giriyor. “Bu kapıları bana Atatürk açtı softa herif anladın mı, Atatürk açtı bu kapıları bana, sen kim oluyorsun da yeniden o karanlık deliklere tıkmaya kalkıyorsun Türk kadınını ha!” sözleri karşısında adam donup kalıyor. Cumhuriyetin ironisi hemen ardından çıkageliyor:
“Atatürk, bizi rahat bırakacaksınız diye size de genelevler açtı ama cebinize oraya gidecek parayı koymayı unuttu.”
Kadın-mekân ilişkisi mikroskopuyla bakınca mansplaining’in romanın diğer bölümlerindeki işleyişi de şaşmıyor. Baba adlı ikinci bölüm, dünyasına kadını kabul etmeyen denizcilik mesleğinin çatısı altında geçiyor. Bu bölüm, takip etmesi en zor görüneni. Zira Karadenizli bir gemici olan, kaptan ağabeyiyle birlikte deniz deniz gezen babanın hasta düştüğü dönemdeki sayıklamaları, hatırlamalarıyla ve özgün diliyle kurulmuş. Önce hastaneye yatırılıp sonra eve çıkarılan babanın son günlerinde geçiyor. Sık sık geri dönüşlerle gemilere, denizlere giden, tarihte dolanan bu bölümde dil epey renkli, değişken. İçerik ilk bölümden kopuk gibi görünüyor, baba, kaptan ağabeyinin Mustafa Suphi’nin nasıl öldürüldüğüne dair takıntısını anlatıyor, “Suphi’yi kim öldürdü?” diye soruyor. Mustafa Suphi olayıyla ilgili bilgi ve belgeler de burada yer alıyor. Ama bakmayın, ilk bölümle kopuk göründüğüne; yazar, Nermin ile babası arasına attığı ilmeklerle aradaki bağı örüyor. Babası, Nermin’in dik başlılığını, özgür ruhunu anlatıyor, solculuğunu, düzen karşıtlığını sorguluyor:
“… içim yanıyor, sevgisizlikten, sevgisizlikten, en çok bundan ölecek, çünkü söyledi bana: ‘Bu düzenin vereceği her nimetten nefret ediyorum,’ dedi.”
Mustafa Suphi olayını, sosyalist kızıyla konuşuyor ara ara. Fakat kızının sosyalistliğini, Allah’sızlığını irdelerken Bedri ile evlenme kararına şaşıyor. Evlere, düzenlere sığmayan bu kızın nasıl olup da böyle bir adamı koca olarak seçtiğini sorguluyor:
“süpürge gibi bir damat, ne yalan söyleyim, ısınmamış içim bu adama, nereden bulmuş getirmiş Nermin…”
Erkeklerin egemen olduğu sanat çevreleri, Beyoğlu, barlar, iş hanları, gazeteler böyle de ev farklı mı? Zaten kadının hapishanesi, evden başlıyor. Büyük kentte bile olsa… Annesi kâh Suç ve Ceza romanını sobada yakarak körüklüyor bu ateşi kâh Nermin’in mektubunu yırtıp kızını eve hapsederek. Babanın cenaze merasimiyle başlayan Ana başlıklı üçüncü bölümün ana mekânı, Nermin’in evi. “Allah’la, duayla beslenen, “El âlem ne der?” ile serpilip büyüyen ana baba evinden çıkmış, kendi evini açmış. Annesi, akrabalar gelsin de senin evinde çay içsin, diyor. Çünkü sisteme uygun bir kız yetiştirdiğini, onu everip göğerdiğini sülale kurumuna göstermesi gerek. Fakat annesinin aynı değer yargılarıyla hercümerç olduğu konu komşu da içeri doluşunca onları kovuyor. Aynı iklimin kadınları aynı mekâna sığamıyor, mevzilerini korumak için kendi çöplüklerine dağılıyorlar. Sistem onlara ne kurduysa kitabına göre oynuyorlar. Nermin görüyor; eve girenler arasında çarşaflılar, yeşil bereliler de var:
“Kanlı Pazar’da bizi kovalayanlardan. Gazetelerin halk dediklerinden. Halk, bizim eve giriyor şimdi…”
Nermin, Kadın başlıklı dördüncü bölümde bu mevzileri bozmaya, dağıtmaya girişecek. Türkiye İşçi Partisi’nin on yıllık üyesi Bayan Nermin olarak kayaktan otele dönecek. Odasının penceresini açıp karşı yamaçlara bakacak, köylü çocuklarının kayakçıları yabancıladığını seyrettikten sonra gecekonduya taşınmaya karar verecek. “Kendisinde bir cins inat uyandıran bu halkı daha iyi tanımak için” doktor kocası Bay Bedri’yi kandırıp evlerini Osmanbey’den Taşlıtarla’ya taşımaya razı edecek. Evet, orada da umduğunu bulamayacak ama en azından aramış olacak.
Evde gördüğü baskıyı üniversiteyle, sanatla, edebiyatla aşacağını zanneden; köyde asla bulamayacağı özgürlüğün büyük kentin aydınlar çevresinde mümkün olduğuna inanan; büyük hayal kırıklıklarıyla kendini, köyün kentteki yansıması gecekonduya mahkûm eden; o da olmayınca yakacak başka yıldızlar aramaktan vazgeçmeyen; kendini baskıyla yetiştirmiş ana baba evine dönüp halkını aydınlatmaya oradan devam etme kararı olan Bayan Nermin… Acaba hâlâ soruyor musun, “Ayıp değil mi Mösyö Lambo, benim buraya erkek aramaya geldiğimi mi sanıyorlar?” diye. Zira senin de dediğin gibi “Türk edebiyatını bu kaçıklar mı yaratacaklar?”
Duygu Özsüphandağ Yayman

 

Diğer Panzehir Dosya yazılarını okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir