Nihan Feyza Lezgioğlu

YOL NOTLARI (1)

Herkese merhaba.

Her İstanbullu gibi, gün içerisinde vaktimin azımsanamayacak bir kısmını yolda geçiriyorum ben de. Bu yazı dizisi vesilesiyle dileğim, birkaç dakikalık sahneleri, onların bana düşündürdüklerini, hissettirdiklerini, anımsattıklarını -kimi zaman hiçbir yere varmadan- yazarak anlatmak. Umarım seversiniz.

*Turunçgillere olan sevgim bir çeşit iptilaya varır benim. Üstelik tatları da değil bunun sebebi; renklerine ve kokularına hayranım. Sapsarı limonlar, turuncu küçük mandalinalarda hep bir hayat çağrısı var sanki. Ya ağaçları? Yemyeşil yapraklar arasında asılı duran, güneş ışıklarıyla bir parlayıp bir solan boyaları insanı vecde getirmez de ne yapar. Yaşamak, yaşamak, yaşamak; her şeyin tesellisi.
Hele limon, buram buram hayat kokar. Ümidin sembolü gibi gelir bana. Şuracıkta capcanlı bir limon ağacı ve onu gören bir çift göz varsa dünya kör bir kuyu olamaz, bilirim. Belki rahmetli babaannemin de payı var böyle düşünmemde. Eşini erken yaşta kaybetmişti, yetim çocuklarına hem annelik hem babalık yapmıştı senelerce. Kimileri için küsüp köşesine çekilme sebebi olan bütün bu zorluklar onu yıldırmamıştı ama. Pembe, kırmızı elbiselere bayılırdı, yatağının baş ucunda bir tarak ve ayna dururdu daima. İlaçlarını iki gözlü, narçiçeği renkli bir bez çantaya koyardı. Ve dün gibi hatırlıyorum, odası hep limon kolonyası kokardı. “Çağıl çağıl dinlediğim bir nehir” diye yazmıştı Necati Cumalı bir şiirinde. Hayat, babaannem için buydu işte; çağıl çağıl akan bir nehir. Her şeyiyle onundu, kabulüydü. Her nefesinde müteşekkirdi.
Geçen gün, kalabalık bir metrodaydım. Görme engelli bir genç girdi içeri. Yirmi yedi yirmi sekiz yaşında olmalıydı. Son derece temiz, ütülü bir gömlek ve pantolon giymiş, boynuna küçük, zarif bir çanta asmıştı. Sağ elinde tuttuğu bastondan yardım alarak kendine köşede bir yer bulmaya çalıştı önce ama yanımdaki adam kalkıp yer verdi ona sonra. Metro hareket etmeden, el birliğiyle hızlıca oturttular genci yanıma. Buram buram limon kolonyası kokuyordu.
Hiç limon görmemiş bir genç, tadı, kokusu ezberinde de olsa sarıyı bilmiyor. İlkokul öğretmeni, ana renk demiştir sarı için. “Sarı, kırmızı, mavi. Bunlar ana renkler.” Ezberlemiştir hemen, sorduklarında söyleyiverir. Limon da bal da muz da sarıdır. Akşam güneşini bilmez ama, kızıla boyanmış sarıyı. İrkiliyorum. Gözlerim var diye utanıyorum.
Bastonunu katladı, kucağına koydu. Hareketlerinde hep bir intizam, bir dinginlik vardı. Kolonya kokusu gittikçe artıyor muydu yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum ama vagonun içinde başka koku zerresi kalmamış gibiydi. O an, o koku beni yıllar öncesine götürüverdi işte. Babaannemin daima derli toplu olan odası, renkli nevresim takımları, Duru limon kolonyası… Metrodaki genci görünce o günleri hatırladım. Çünkü o delikanlı da -tıpkı babaannem gibi- türlü yollar bularak, onca güçlükle cebelleşirken umutsuz olmamak için direniyordu sanki.
Şimdi aylar öncesine ait bir fotoğraf duruyor elimde. Bir limon ağacı. Nasıl güzel! Bugün şu limonlar, yine hayran olduklarım. Yarın öbür gün bir metro vagonunu, odayı, otobüsü “istila edecek” koku ise başka; geçmişe bir bilet o. Hayat böyle işte. Tekrarlı ve tekrarsız.
Nur içinde yat babaanneciğim.

Daha fazla anlatı yazıları okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir