Koray Feyiz

“KUŞLARIM ÜŞÜYOR”

Altay Öktem’in Kuşlarım Üşüyor şiiri, Türkçe şiirin 90’lar sonrası kuşağında duyumsanan kaygıların, kırılmaların ve sahici yalnızlıkların keskin bir kristali gibi durur. Bu şiir, yalnızca bir bireyin üşüyen kuşlarını cebine saklaması değil; varoluşun tüm çıplaklığıyla, tüm titreşimleriyle konuştuğu bir sığınak imgesidir.

Bu makalede, tek bir şiirden yola çıkarak şairin dünyasına, şiir anlayışına ve poetikasına varoluşçu bir bakışla uzanacağız; hem de bunu bildik eleştiri kalıplarının dışına çıkarak, kuşların soğuk nefesini yüzümüzde hissederek yapacağız. Çünkü şiirin kendisi bize bunu buyurur: Üşümeyi bir metafor değil bir varlık koşulu olarak duymayı.
  1. Cebin İçindeki Kâinat: Varoluşun Mikrosu
Şiirin açılış dizesi “Cebime tıktığım kuşlar çok üşüyor” neredeyse bir Beckett sahnesi gibi: Absürt ama tanıdık, tekinsiz ama samimi. Buradaki “cep” yalnızca bir cep değildir; bir kâinatın daralmış, sıkışmış, ötekinin gözüne görünmeyen iç coğrafyasıdır. İnsan, Sartre’ın deyimiyle “özünü” bulmak için dünyaya fırlatılmıştır ve bu fırlatılma hali onun her zaman bir cebin içinde, bir ara mekânda sıkışık kalmasına yol açar. Altay Öktem’in “kuşlar”ı, hem umut hem de yük, hem özgürlük hem de esaret imgesidir. Cebine tıktığı kuşlar, varoluşun ağırlığını taşıyan ama aynı zamanda kanatlarıyla kurtuluşu işaret eden o ikili yapının ta kendisidir.
Bu bakış açısıyla Öktem’in şiirinde bir “mikrokozmos” yaratma eğilimi göze çarpar: Koca bir varoluşsal kaygı, cebin içindeki birkaç kuşla temsil edilir. Varoluşçuluk, devasa ideallerden değil, bireyin kendi somut deneyimlerinden konuşur. Bu yüzden “cebim” kişiseldir; kuşların üşümesi ise evrenseldir. Şair burada kendi cehennemini kurar ama okuru da oraya çağırır: Çünkü her birimizin cebinde üşüyen kuşlar vardır.
  1. Üşümek: Metafordan Duruma
Varoluşçu edebiyatın temel sezgilerinden biri, durumların metaforlardan önce gelmesidir. Camus’nün Sisifos’unda ya da Sartre’ın Bulantı’sında olduğu gibi, kahramanlar bir “hal” içinde, bir “sıcaklık/soğukluk” atmosferinde vardırlar. Öktem’in “üşüyorum desem kim inanır” dizesi, tam da bu bağlamda okunmalıdır. Burada şair, kendi üşümesini bile ifade etmekten aciz değildir aslında, aksine “inanılmama” olasılığına rağmen dile getirir. Bu dize, varoluşun özünde yatan absürt iletişimsizliğe çarpar: Biz üşürüz ama öteki bunu “inanılabilir” bulmaz; çünkü öznel bir duyguyu başkasına aktarmak her zaman eksik ve kırık kalır. Bu nedenle şiir, varoluşun soğuğunu yalnızca tasvir etmez, onu bedenleştirir.
  1. Yıkıntılar, Kırık Camlar ve Papatyalar: Umutla İroni Arasında
“Bunca yıkıntının altında / bunca kırık cam batmışken ayaklarıma / belki yine seviyordur diye bir papatya kopartıyorum” dizeleri, varoluşçuluğun en belirgin özelliklerinden biri olan “umutsuz umut” kavramını çağırır. Kierkegaard’ın umutsuzluğu ve inancı, Camus’nün absürtle barışması, Sartre’ın özgürlüğü — hepsi burada papatyanın yapraklarında oynanır. Şair, “seviyor-sevmiyor” oyununu oynamaya devam eder ama bu oyun çoktan kendi kendini ifşa etmiş, ironiye dönüşmüştür. Papatya koparmak, hem çocukluğun masum ritüeli hem de yetişkinliğin trajik tekrarıdır. Altay Öktem burada çocukluğun büyüsünü çağırırken onun imkânsızlığını da hatırlatır.
Bu noktada Öktem’in poetikasında ironinin merkezi bir rol oynadığını söylemek mümkün. O, sahici bir lirizmi “palyaço burnu” gibi absürt bir aksesuarla bozar; dövüşçü horoz tüyleri, kullanılmış mendiller gibi “banal” öğeleri şiire katarak modern insanın varoluşsal kırıklığını sergiler. Bu kırıklık, yalnızca estetik bir jest değil, aynı zamanda etik bir pozisyondur: Dünya güzelliklerle doludur ama o güzellikler kırık camlarla birlikte gelir.
  1. Şiddet ve Çocukluk: Varoluşun Çatışkılı Dili
Şiirin ortalarına doğru “tüfek omuza deme komutanım, komik oluyorsun” dizesiyle, militarist bir çağrışım, çocuk oyunlarının o eski “askercilik” diliyle iç içe geçer. Bu imge hem travmatik bir geçmişi hem de bu geçmişin ironik hatırlanışını barındırır. Varoluşçu edebiyatın sıkça işlediği gibi, birey her zaman bir “otorite”nin önünde, bir “komutan”ın karşısında konumlanır. Ama burada şair, komutanı “komik” bulur; bu da absürdün bir başka tezahürüdür. Otorite, ciddiyetini kaybeder ve çocuk oyuncağına dönüşür. Sartre’ın özgürlük anlayışı burada devreye girer: İnsan, kendi anlamını kendisi kurmak zorundadır; komutanın buyruğu, Tanrı’nın buyruğu gibi, artık boşalmış bir formdur.
“Omuzum olsa başka şeyler yüklerdim üstüne” dizesi ise varoluşun ontolojik eksikliğini açığa çıkarır: aslında omuz vardır ama sanki yokmuş gibi; çünkü yüklenilecek anlam kalmamıştır. Bu eksiklik, varoluşçuluğun “hiçlik” kavramıyla doğrudan ilişkilidir. Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik”te tarif ettiği gibi, insanın varlığı bir hiçlikle birlikte var olur ve bu hiçlik, onun özgürlüğünün kaynağıdır. Altay Öktem, “omuz”u bu hiçlik üzerinden okur ve yüklenilecek başka şeyler hayal eder.
  1. Palyaçolar, Horozlar ve Mendiller: Nesnelerin Varoluşu
Şiirde beliren nesneler –palyaço burnu, dövüşçü horozların tüyleri, kullanılmış mendil– yalnızca dekoratif unsurlar değil, varoluşun nesnel tarafının da tanıklarıdır. Heidegger’in “aletler” anlayışını hatırlatan bir biçimde, bu nesneler varlıkla ilişkimizin araçsal yönünü değil, kırık yönünü gösterir. Artık “alet” olarak değil “artık” olarak vardırlar: kullanılmayan, düşmüş, kopmuş, atılmış nesneler. Bu bakış açısıyla Öktem’in şiiri, varoluşçuluğun nesneler karşısındaki yabancılaşma duygusunu da açığa çıkarır. Nesneler hem tanıdık hem de tekinsizdir, hem çocukluğun oyunlarını hem de yetişkinliğin atıklarını hatırlatır.
Bu nesneler şiirin ritmini bozar ama tam da bu bozulma sayesinde yeni bir ritim doğar. Geleneksel şiir “uyum” ararken, Öktem’in şiiri “uyumsuzluğu” estetize eder. Bu da onun poetikasının devrimci yönünü gösterir: Var olanı idealize etmek yerine, varoluşun çatlaklarını, artakalanlarını, atıklarını şiirin merkezine taşır.
  1. Kendini Sıyırmak: Yeryüzünden ve Kendinden Kopma Arzusu
Şair, “sonra sıyırırdım kendimi yeryüzünden / yok, yeryüzünü sıyırırdım kendimden” diyerek iki aşamalı bir kopuş senaryosu çizer. İlkinde birey, dünyadan çekilir; ikincisinde dünyayı kendinden çeker. Bu tersine çevriliş, varoluşçuluğun özündeki özne-nesne, ben-dünya ilişkisini altüst eden radikal bir jesttir. Camus’nün absürt insanı, intihar etmeyip yaşamaya karar vererek dünyayla yeni bir ilişki kurar. Öktem’in öznesi de benzer bir gerilimi yaşar: kopmak ister ama kopamaz, kopmak yerine “sıyırmak” gibi yarım bir hareketle yetinir. Bu, modern bireyin dünyayla ilişkisini betimleyen güçlü bir metafordur.
Bu noktada Öktem’in şiiri sadece varoluşsal bir “durum”u değil, aynı zamanda bir poetikayı da tarif eder: Şiir, yeryüzünü öznenin cebine, özneyi de yeryüzünün cebine tıkma çabasıdır. Bu cebin içinde kuşlar üşür, ama aynı zamanda o cebin içinde şiir de üşür ve ısınır.
  1. Geriye Saymak: Şiirin Apokaliptik Nabzı
“Geriye sayacağım söz veriyorum, vurmayın” dizesi, şiirin son bölümünde bir tür apokaliptik sahne yaratır. Burada bir infaz ya da bir oyun vardır; bilemeyiz. Ama “geri saymak” hem çocuk oyunlarının hem de idam mangalarının ortak dilidir. Varoluşçulukta zamanın akışı her zaman merkezîdir; Kierkegaard’ın “an” kavramı, Heidegger’in “ölüme-doğru-varlık” anlayışı burada yankılanır. Şair, “anne hangi sayıdan başlayacağım?” diye sorarak zamanı da bir otorite figürüne teslim eder. Bu, hem korkunun hem de masumiyetin dizesidir. Anneye sorulan soru, hem çocukluğun güvenli alanına hem de ölümün kaçınılmazlığına işaret eder.
Bu sahne, aynı zamanda okuru da şiirin içine çeker: biz hangi sayıdan saymaya başlayacağız? Yaşamdan mı, ölümden mi? Bu soru, varoluşun temel sorusudur: Başlangıcımız neresi, sonumuz neresi? Altay Öktem, tek bir dizeyle bu sorunun kapısını açar ve şiiri, varoluşun karanlık boşluğuna salar.
  1. Altay Öktem’in Şiir Anlayışına Bu Şiirden Yansıyanlar
Bu tek şiirden yola çıkarak Altay Öktem’in şiir anlayışına dair bazı temel eğilimleri görünür kılmak mümkün:
8.1 İmgesel Yoğunluk ve Nesnel Sertlik: Öktem imgelerini somut nesnelerle kurar ama bu nesneler, varoluşsal bir titreşim taşır. Palyaço burnu ya da kullanılmış mendil, yalnızca bir “eşya” değil, bir ruh halinin somutlaşmasıdır.
8.2 İroni ve Ciddiyetin Eşzamanlılığı: Şair, ciddi konuları ironik bir dille işler. “Komutanım” ya da “anne” gibi figürler hem oyunbaz hem trajiktir. Bu çiftdeğerlilik, varoluşçuluğun absürd kavramıyla doğrudan örtüşür.
8.3 Çocukluk ve Travma Arasında Gidip Gelmek: Şiirde çocukluk oyunları (papatya, geriye saymak, komutanım) ve travmatik deneyimler (yıkıntılar, kırık camlar, vurmayın) yan yana durur. Bu gerilim, şairin poetikasında temel bir dinamiktir.
8.4 Kopuş ve Bağlılık Arasında Salınım: Şair hem dünyadan sıyrılmak ister hem de dünyayı cebine alır. Bu ikili hareket, varoluşçuluğun özgürlük-bağlılık paradoksunu yansıtır.
Bu eğilimler, Altay Öktem’in genel poetikasında da hissedilir. Şair, bireyin iç dünyasını toplumsal, politik ve kültürel kırılmalarla birlikte ele alır. Bu yüzden onun şiiri, hem kişisel hem kolektif bir “üşüme” duygusu yaratır.
  1. Varoluşçu Okumanın Ufukları: Yeniden Yorumlama Çağrısı
Kuşlarım Üşüyor’u varoluşçu bir gözle okumak, yalnızca akademik bir egzersiz değildir; bu şiirin çağırdığı bir deneyimdir. Çünkü şiir, zaten bizi varoluşun çıplaklığına davet eder. Altay Öktem’in şiiri, Türkçe şiirde sık rastlanan “toplumsal gerçekçi” ya da “duyarlılık şiiri” kategorilerinin ötesinde, bireyin varoluşsal sancılarını güncel bir estetikle harmanlar. Bu nedenle şiir, ne tam bir lirizm ne de tam bir manifestodur; arada, cebin içindeki kuşlar gibi titreşir.
Bu okuma, aynı zamanda şiirin çağdaş okura nasıl seslendiğini de gösterir. Günümüz dünyasında birey, daha önce olmadığı kadar cebine kapanmış, kuşlarını kendi içine tıkmış ve üşüyen bir varlık hâline gelmiştir. Şairin dizesi bu yüzden hâlâ güncel, hâlâ kışkırtıcıdır.
  1. Yeni Bir Estetik İmkân: Varoluşsal Duyarlığın Güncelleşmesi
Altay Öktem’in şiiri, Türk şiirinde “varoluşçu” bir damar açmanın da imkânını gösterir. Bu damar, yalnızca bireysel üşümeleri değil, kolektif üşümeleri de içerir. Şiirdeki “vurmayın” dizesi, bir bireyin yalvarışı olabileceği gibi, bir toplumun kırılgan çığlığı da olabilir. Bu bakış açısıyla Öktem, bireysel lirizmi toplumsal bir rezonansla buluşturur. Bu rezonans, onu çağdaş Türk şiirinin önemli bir “araf” figürü hâline getirir: ne bütünüyle bireysel ne de bütünüyle toplumsal, ama ikisini de aynı anda yankılayan bir ses.
Bu anlamda Kuşlarım Üşüyor, yalnızca bir şiir değil, bir poetika manifestosu gibi okunabilir. Şair, kuşları cebine tıkarken aslında şiiri de cebine tıkmakta, orada ısıtmaya çalışmaktadır. Okur olarak bize düşen, o cebin içindeki sıcaklığı ya da soğuğu hissetmek, parmaklarımızı üşüyen kuşların tüylerine değdirerek dünyayı yeniden düşünmektir.
  1. Şiirin İzini Sürmek: Absürdün ve Direnişin Poetikası
Altay Öktem’in şiir anlayışı, absürdün poetikasıyla direnişin poetikasını birleştirir. O, şiddeti estetize etmez ama görünür kılar; ironiyi bir kaçış değil bir silah olarak kullanır. “Vurmayın kuşlarım ağlıyor” dizesi, hem bir çocuğun hem bir devrimcinin hem de bir sanatçının çığlığıdır. Bu çığlık, varoluşçuluğun merkezindeki “protest” tavrı da yankılar: İnsanın dünyaya atılmışlığını kabul ederken ona meydan okumak. Bu meydan okuma, Altay Öktem’in şiirinde hem kırılgan hem keskindir.
  1. Sonuç: Üşüyen Kuşların Çağında Şair
Bu tek şiirden yola çıkarak Altay Öktem’in poetikasına dair vardığımız sonuç, onun hem bireysel hem kolektif bir varoluş duygusunu dile getirdiğidir. Kuşlarım Üşüyor, bir başlangıç noktası değil bir yoğunlaşma noktasıdır: Şairin çocukluktan yetişkinliğe, ironiden trajediye, bireyden topluma uzanan şiirsel yolculuğunun kristalize olduğu bir mekândır.
Varoluşçu bir bakışla, Öktem’in şiirinde “üşümek” bir eksiklik değil bir duyarlılık, bir zaaf değil bir direniş alanıdır. Üşüyen kuşlar, umutsuzluğun değil, umudu yeniden tanımlamanın sembolüdür. Onlar, Sartre’ın özgürlük anlayışındaki gibi, cebimize tıktığımız ama bir gün serbest bırakmamız gereken sorumluluklardır.
Bu şiir, okuru yalnızca varoluşun soğuğunu duymaya değil, aynı zamanda kendi kuşlarının varlığını fark etmeye çağırır. Her birey, farkında olmadan bir şeyleri cebine tıkmış, onları üşütmüş ve onlarla birlikte üşümüştür. Altay Öktem’in Kuşlarım Üşüyor’u, bu yüzden hem bireysel bir iç döküş hem de kolektif bir aynadır. Şairin poetikası, böylece okurun poetikasına dönüşür: Artık kuşlar yalnızca Altay Öktem’in değildir, bizimdir de.
13. Varoluşun Etik Boyutu: Sorumluluk ve Şefkat
Şiirdeki “vurmayın” çağrısı, yalnızca bir yakarış değil aynı zamanda bir etik önermedir. Camus’nün absürt insanı, intiharı reddettiği gibi şiddeti de reddeder; çünkü yaşamın absürtlüğü, şiddeti meşrulaştırmaz, aksine onu anlamsız kılar. Öktem’in öznesi, “kuşlarım ağlıyor” diyerek kendi içindeki savunmasızlığı görünür kılar. Bu savunmasızlık, varoluşçuluğun temel etiklerinden biri olan “ötekinin sorumluluğunu” da içerir. Sartre’ın ünlü ifadesiyle “Öteki cehennemdir” ama aynı zamanda özgürlüğümüzün aynasıdır. Şair, kuşları aracılığıyla hem kendisinin hem de ötekilerin kırılganlığına sahip çıkar.
Bu etik boyut, Altay Öktem’in şiirinde sıradan bir duyarlılık olarak değil, poetik bir devrim olarak beliren bir tavırdır. O, kuşları yalnızca göstermez; onları cebine alarak onların sorumluluğunu üstlenir. Bu tavır, günümüz şiirinde nadir görülen bir “içtenlik” ve “risk” duygusunu da taşır.
14. Şiirin Kışkırtıcılığı: İmge ve Duygu Arasında Gerilim
Kuşlarım Üşüyor, yalnızca duygusal bir metin değildir; aynı zamanda zihinsel bir meydan okumadır. Şair, imgeleri sıradan bir lirizmin konfor alanına bırakmaz, onları sürekli kırar, ironikleştirir, absürtleştirir. Bu nedenle şiir, okurda huzurdan çok bir gerilim, bir diken hissi uyandırır. Varoluşçuluk da tam bunu ister: Okurun rahatını bozmak, onu kendi “hiçlik”ine, kendi “üşüme”sine baktırmak. Altay Öktem bunu yaparken ne didaktik olur ne de nihilist; onun şiirinde hâlâ bir oyun, bir çocukluk parıltısı vardır. Bu parıltı, karanlığın ortasındaki küçük bir ışık gibi parlar.
Bu kışkırtıcılık, aynı zamanda estetik bir yenilenmenin de önünü açar. Geleneksel Türk şiirinin alışıldık mazmunlarının dışında, “palyaço burnu”, “dövüşçü horoz tüyleri” gibi imge kümeleriyle yeni bir şiir dili kurar. Bu dil, hem “yüksek” hem “alçak” kültürü harmanlar; hem trajedi hem fars içerir; hem de varoluşun ciddiyetini bozmadan onu oyunlaştırır.
15. Geleceğe Bakış: Varoluşçu Şiirin Yönü
Altay Öktem’in şiir anlayışını bu tek şiirden çözümlediğimizde, onun şiirinin geleceğe dönük bir ufku olduğunu görürüz. Kuşlarım Üşüyor yalnızca 1990’ların ya da 2000’lerin bir şiiri değildir; aynı zamanda bugünün ve yarının şiiridir. Çünkü şiirin merkezinde yer alan “üşüme” deneyimi, zaman-dışı bir deneyimdir: Bireyin çaresizliği, umudu, ironisi, şiddetle ve otoriteyle kurduğu ilişki değişse de özü aynı kalır. Öktem’in poetikası, bu özün etrafında döner ve onu çağdaş imgelerle sürekli yeniler.
Bu açıdan Altay Öktem, Türkçe şiirin “varoluşçu damar”ını yeniden görünür kılan, onu hem bireysel hem de toplumsal bir hassasiyetle harmanlayan bir şair olarak okunabilir. Onun kuşları, yalnızca kendi cebinde değil, şiirin bütün coğrafyasında üşür ve titreşir. Bu titreşim, yeni bir estetik bilincin de habercisidir.
16. Son Söz: Kuşlar, Cep ve Biz
Kuşlarım Üşüyor’u varoluşçu bir perspektiften incelediğimizde, aslında bir “cep şiiri” okuduğumuzu fark ederiz. Cep, burada hem küçük hem de uçsuz bucaksız bir evrendir; kuşlar hem içeride hem dışarıdadır; üşüme hem bireysel hem kolektiftir. Altay Öktem, bu tek şiirle bile okuruna şunu söyler: “Senin de cebinde üşüyen kuşlar var, sen de onları fark et, sen de onları ısıt ya da serbest bırak.” Bu çağrı, bir etik sorumluluk olduğu kadar bir poetik meydan okumadır.
Bu makalenin başlığında yer alan “Varoluşçu Bir Bakış” ifadesi, Altay Öktem’in şiirinin “anlamlandırma” çabasıyla örtüşür. Şiir, varoluşu anlamlandırmaz; onunla yüzleşir, onu bedenleştirir, onu bir cebin içindeki kuşlara dönüştürür. Bu nedenle Kuşlarım Üşüyor, Türkçe şiirin modern tarihinde hem bir kırılma hem de bir imkân noktası olarak okunabilir.
Sonuçta, Altay Öktem’in bu şiirinden yola çıkarak onun poetikasına dair şu özlü önermeyi kurabiliriz:
Altay Öktem’in şiiri, varoluşun soğuk ve kırılgan yüzünü, ironinin, çocukluğun ve nesnelerin diline çevirerek bize gösterir.
Bu yüzleşme, hem okuru hem de şiiri dönüştürür. Şiir artık yalnızca bir estetik deneyim değil, aynı zamanda bir varoluş pratiğidir.
Ve belki de bu yüzden, Kuşlarım Üşüyor’un son dizesindeki soruyu hepimiz kendimize sormalıyız:
“Anne, hangi sayıdan başlayacağım?”
Belki de varoluşun en sahici sorusu budur: Biz kendi sayımımıza nereden başlayacağız? Yaşamın sıcaklığından mı, ölümün soğuğundan mı? Altay Öktem’in şiiri, bu sorunun kesin cevabını vermez ama soruyu hep canlı tutar. Ve soruyu canlı tutmak, bazen cevaptan daha devrimcidir.

 

Koray Feyiz

 

 

Daha fazla Panzehir kitap analizine  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir