YENİ BİR GÜNÜN HEYECANI
Sabah gözlerini açtığında uykusunu almıştı. Günlerdir üzerine yapışıp kalan yorgunluktan eser yoktu. Başını yastığa koyar koymaz, sabaha kadar deliksiz uyumuştu. Gözleriyle tavanda yarım bir daire çizdi. Eşinin nefes alıp verişini hissedince bakışları yana kaydı. Yarı beyazlamış sakallarına baktı. Her telinde bir ömür, mücadele vardı. Gözlerini kapatıp, eşinin uzun yıllar boyunca yaşadığı yorgunluğu düşündü. Dört on iki vardiyasından gelip sessizce yanına sokulmuştu. Gece tek bir tıkırtı duymamıştı.
Sıcak yatağından çıkarken, içini ürperten bir soğukluk hissetti. Ses çıkarmadan kalktı. Elde örülmüş hırkasını omuzlarına sararak, karanlık koridoru aşıp mutfağa geçti. Çaydanlığa su doldurdu, ocağa koydu. Sandalyeyi çekip oturdu. Telefonu eline aldı. Onlarca mesaj gelmişti. Önce kızının attığı mesajı açtı.
“Akşam videolarınızı izledim. Seninle gurur duyuyorum Anne.”
Üniversitede hukuk okuyordu. Bu yıl ikinci sınıftaydı. Kızından övgü almak içini bir hoş etti.
Musluktan damlayan sular, çocukluğunda babasının çeşmeden akan suyu avucuyla içirmesini anımsattı. Hayatında ne çok şey değişmişti.
Yıllarca devam eden tek düze bir hayattı onunkisi. Sabahın alacakaranlığında başlayan, gece karanlığında biten.
Her gün aynı sahneler tekrarlanırdı; alarmın çığlığıyla uyanmak, kahvaltı telaşı, üzerini aceleyle giymek, giyinirken dikkatli olmayı unutmamak. Öyle bir kıyafet seçmeli ki yolda yürürken kimse başını çevirmesin, gece karanlığında eve dönerken peşine kimse takılmasın.
Bazen saçlarını tarayacak kadar bile vakit bulamazdı, sadece hayatta kalmak için koştururdu. Yüzündeki ifade, yaşanmışlıkların ağırlığını taşıyordu; umutsuzluk, yalnızlık ve yorgunluk.
İşyeri desen ayrı bir dertti. Sabah güneş doğarken girdiği fabrikadan akşam karanlık çökerken çıkardı.
Beş yıl önce bu şehre, gözlerinde ışıltılarla gelmişti. Ama şimdi, fabrikadan dışarı adım attığında gördüğü tek şey, gri binalar ve sonsuz bir kalabalıktı. Gelir gelmez işe girmişti. İstanbul’da deniz vardı. Ama o sahil kenarında bir kez yürümemişti.
Hazır gıda üreten fabrikanın paketleme bölümünde çalışıyordu. Kurutulmuş meyvelerin kokusu ciğerlerine işlerken, çocukluğunda tırmanıp meyve topladığı ağaçları anımsardı. O zamanlar her gün farklı bir maceraydı hayat. Şimdi ise aynı hareketleri tekrar eden bir makineye dönüşmüştü.
Bölüm amirlerinin sürekli uyarıları ve baskıları, mesaiye kalmalarının neredeyse bir alışkanlık haline gelmesi artık dayanılmaz olmuştu. Çalışırken bir an bile kafalarını kaldırmaları yasaktı. Yanlarındaki arkadaşlarına gülümsemek bile uyarı almak için yeterli bir sebepti. Patron, tuvalette geçirdikleri zamanı bile gözlerdi. Aldıkları maaş ise sadece asgari ücret.
Serviste bunlar hep konuşulurdu. Sohbetler bir çeşit iç dökme gibiydi, hep söylemlerde kalırdı. İşten atılma korkusu, her şeyin önüne geçiyordu. Büyük şehirde yaşamak, tek maaşla çocuk okutmak, üniversite masraflarını karşılamak kolay değildi. Bu yüzden çoğu zaman sessiz kalmak tercih edilirdi.
Gözü pencereye kaydı, dışarıda yağmur çiseliyordu. Sonbahar yapraklarının üstüne düşen yağmur damlalarının sesi uykuyu çağrıştırıyordu. Hava ılıktı. Çıkarken dün verdikleri sarı yağmurluğu yanıma alayım diye düşündü.
Dalıp gitmiş kızına cevap yazmayı unutmuştu. Yazdı.
“Günaydın güzelim. Sen derslerine odaklan. Bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, ama sonu ne olur, gerçekten bilmiyorum.”
Dolaptan çıkardığı zeytin, peyniri masaya koydu. Domates salatalık doğradı. Çayını doldurdu. Yavaş yavaş, acele etmeden, yediklerinin tadına vararak kahvaltısını yaptı. Koştur koştur evden çıkması gerekmiyordu. Eşi de masada olsa güzel olurdu ama onu erkenden uyandırmak istemedi. Biraz daha uyusun diye düşündü. Metal sektöründe otomobil parçaları üreten bir fabrikada çalışıyordu. Her hafta vardiya değiştirmek dengesini bozmuştu. Vücut bir düzene alışmadan başka bir vardiyaya geçiyordu.
Ailece en son ne zaman hep birlikte kahvaltı yaptıklarını hatırlayamadı. Zaman hızla akıp giderken, onlar da peşinden yetişmeye çalışıyordu. Hayatın telaşı hiç bitmiyor, durup soluklanmalarına bile izin vermiyordu.
Yağmur hızlanmıştı. Damlalar mutfak camına vuruyordu. Telefonu eline aldı. İki kat üstünde oturan komşusu Ayten’e mesaj attı.
“On beş dakikaya çıkalım.”
Tamam cevabını alınca hazırlanmak için kalktı.
Aytenler taşındığından bu yana iki yıl geçmişti. Aynı apartmanda oturmalarına, hatta aynı fabrikada çalışmalarına rağmen aralarında samimi bir bağ oluşmamıştı. Ancak son bir haftada her şey değişmişti. Birbirlerine yakınlaşmış, neredeyse sırdaş olmuşlardı.
Ayten, Nurten ‘e karşı hep mesafeliydi. Ona biraz da burnu havada gibi gelirdi. Davranışlarını yapmacık bulurdu. Servise birlikte biner, bazen apartmandan aynı anda çıkarlardı, ama konuşmaları bir “Günaydın”dan öteye gitmezdi.
Son birkaç gündür sık sık haberleşiyor hatta evden birlikte çıkıyorlardı. Artık Ayten’in eşinin nerede çalıştığını, çocuğunun hangi okula gittiğini, annesinin hastalığını ve çayı şekersiz içtiğini biliyordu. Konuştukça içlerini dökmüş, paylaşmanın huzurunu hissetmişlerdi. Hep içine atmak ne yorucuydu; anlattıkça ferahladığını fark ediyordu.
Beraber zaman geçirmek, kuru bir simidi bölüşmek bile ne büyük bir mutluluktu. Yaşadıklarını, aralarında oluşan bu yeni dostluğu, mahalledeki komşularla paylaşmanın planlarını yapar olmuşlardı.
İçi kıpır kıpırdı. Korku ve heyecanı aynı anda hissediyordu. Son bir haftadır, daha önce aklının ucundan bile geçmeyen bir dünyanın içinde yaşıyordu.
Balkona çıktı. Hava açmıştı. Yağmurun ardından gelen toprak kokusunu derin bir nefesle içine çekti. Gökkuşağı gökyüzünü süslüyordu. Bir süre hayranlıkla izledi. Karşı dağların üzerinde dağılan kara bulutların yerini aydınlık bir manzara almıştı.
Tam o anda zil çaldı. Çantasını kaptığı gibi hızla kapıya koştu.
Ayten yerinde duramıyordu. Ardı ardına makineli tüfek gibi konuştu.
“Ayy kız çok heyecanlıyım! Nasıl olmuş kıyafetim? İçimden bir his bugün güzel şeyler olacağını söylüyor.”
Nurten gülümsemeyle yetindi. Ayakkabılarını giydi. Konuşa konuşa durağa vardılar. Servis ile gittikleri zamanlarda fabrikaya kestirme yollardan hemencecik varırlardı. Bir haftadır ise işe değil, direnişe gidiyorlardı. O yüzden fabrikanın önüne belediye dolmuşuyla gideceklerdi. Dolmuş ile dolana dolana, dura kalka varmaları bir saati bulurdu.
Bugün, ziyaretlerine dayanışmak için başka fabrikalardan arkadaşları gelecekti. Misafirleri için küçük bir etkinlik yapılacaktı. “Davul zurna da gelecekmiş” dedi Nurten. “Bi güzel kurtlarımızı dökeriz” diye cevap verdi Ayten.
Koyu bir sohbete dalmışken yolun nasıl bittiğini anlamadılar. Yeni bir günün heyecanıyla fabrikaya varmışlardı.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
