KARDEŞ / Nuran Gezer
KARDEŞ
Akdeniz’in turkuaz mavisinden laciverte döndüğü geniş ve uzak sınırlarından görünüp kaybolan ay ışığına, yakamozlara bakıyordum. İçimde onarılmaz ve sonsuz kederimin kapısı aralık. Gümüşî bir karanlıkta tabak gibi parlayan ay titreştikçe sanki masa dağından süzülüp gelmiş incecik bedeni, ışıldayan gözleriyle biri bakıyor bana. Evet, o! Kardeşim, Ayten’im…
İlk gençliğindeki gibi diri taptaze bedeni, pudra renkli tüllerle sarılıp sarmalanmıştı. Uçuş uçuş. Zarif, dal gibi bedeni, geniş omuzları boyunu daha da uzun gösteriyordu. Kalbim çatlayacaktı sanki. Gözlerinde, o bakmaya doyulmayan; iri, kara, güzel gözlerinde, tükenmez enerjisinin gücü ve sıcaklığı vardı. Hiçbir şeye aldırmadan gecenin karanlığında peşinden koşuyordum denize. Yüzüyor, yüzüyordum nefesim kesilene, kollarımın takati tükenene kadar. Ben hızlandıkça o uzaklaşıyor, tutamıyor kösülüyordum. Koyu karanlık sularda kaybediyordum onu. Pes ediyordum.
Kıyıya çıkmak için bir nedenim yoktu. Gerçeğe yeniden çarpıp, yorgun bitkin salıveriyordum bedenimi ılık sulara.
Bu bırakış azıcık olsun kurtarsaydı ya şu dayanılmaz acıdan beni. Olmuyordu, nafile… Gözlerimi güçlü bir ışık demetine açtığımda, kıvırcık saçlarıyla yüzüme eğilmiş bakıyordu. “Kirpiklerin,” diyordum, “nereye gitti? Hani o çocukken komşu kadınların bile kıskandığı, tü- tü maşallah, deyip öve öve bitiremedikleri, gizlice evdeki yüklüğe girip makasla kesiverdiğin, sonra da daha bir gür çıkan süpürge kirpiklerin?” Sadece gülümsüyordun. Bu bahis geçtiğinde, Şükrü Erbaş’ın neredeyse her şiirinde kirpikten dem vurduğunu söyler gülerdik. Çok gülerdik biz. Her şeye, olura olmaza…
Acilde ilk müdahalenin ardından iki kişilik bir odaya aldılar beni. İki yataktan birinde delik deşik edilmiş koluna bağlı serumdan damla damla gözyaşlarım akıyordu. Saymaya çalışıyor, yorulup başımı çeviriyordum. Sarı mimoza ağaçlarına takıldı gözlerim, çok seversin bilirdim. Bir koşu hastane bahçesinden bir dalcık koparıp geldim ve serum askısına sımsıkı bağladım. Hep gözünün önünde olsun, için açılsın diye.
“Dinine yandığımın dünyası, biz kime ne ettik iyilikten gayrı? Kimi kırıp incittik? Dünya eşit olsun, güzel olsun demedik mi hep? Bunun kavgasını vermedik mi?” Sesin kırık ve hırçındı. Diyecek söz bulamıyordum seni avutmak için. Ne desem ne söylesem kâr etmeyecekti biliyorum. Hayatın hiç merhameti yok, diyordun. Ve tamamlıyordum, adaleti de! Bencil, acımasız ve hoyrat. Ve sessiz bir sitemden öte bir şey gelmiyordu elimizden.
Şekerini bir türlü düşüremiyorlardı. İdrarın bildiğin tavşankanı. İki buçuk litrelik pet şişelere koyup ölçüyordum, sayıyor, not ediyordum. Meğer sayılı olan günlerinmiş. Oysa ne çok severdik seninle şöyle karşılıklı bir çay demleyip sabahlamayı. Kaç kere yaktık o çaydanlık altlarını. Gün doğumlarına kadar süren sohbetleri, hep yarım kalan muhabbetlerimizi. Yüzün giderek babama benziyordu, bilge ve sakin. Buruk bir tebessümle saçsız başına bakarken gözlerini kaçırıveriyordu çocuklar. Korkmaktan değil, senin o taşan ve bulaşan neşenle, muzip, uçarı, şakacı hallerinle o ân ki bitkinliğini bağdaştıramadıklarından.
Acın bedeninde değildi sanki yüreklerimizde. Hani köy damlarında yuğgu taşları vardır bilirsin. Onlarla eziyorlardı yüreğimi sanki. Sıkıştırdıkça pres misali bir damla gözyaşı tomurcuğu bir pıtrak gibi takılıp kalıyordu sol yanağının kıyısında. Çaresizlik suskunluğa dönüşüyordu. Nutkum tutulurdu. Ben de ağlayıveririm de bütün setler, bentler yıkılır ikimizi de tarumar eder bu hâl diye. Ağlamamalıydım…
Biliyor musun? Geçenlerde o yüreğinden yakaladığın Adoş, küçücük avuçlarının içine aldı yüzümü, gözlerimin çiçeğine bakarak “Aytiye bir şey olmayacak üzülme,” dedi ya! O sekiz yaşındaki güzel yürek, korkulu bir sezgiyle, kendini de beni de yatıştırmaya çalıştı. Ağlamamalıydım.
Düşüncelerimi odaya giren doktor böldü: “Sizi birkaç gün misafir edelim” diyen genç sesinden yeni mezun bir asistan olduğunu anladım. Ben zaten kalmaya çoktan teşneyim. Dışarı çıkıp da ne olacak? Burada onunla, kardeşimle kalmalıydım. Bana ihtiyacı vardı. Nöbetteydim. Yoksa kim yıkayacaktı hastanede onu bedenini incitmeden? Canını yakmadan? Kim serumunu takip edecekti? Kim ölçecekti içtiği suyu, çıkan idrarı? Sıra bende. Nöbetleşe kalıyorduk yanında. Kimseye vermezdim sıramı.
Yavaşça sayrılı, tedirgin bir uykuya daldım. Çevresi zeytinliklerle kaplı kocaman yemyeşil bir mezarlıktaydım şimdi. Ölüler evinde. Masa dağında. Akşamları, ılık meltemin hışırtıları ta aşağı evlerin kuytularını yaladığı yüksekçe yerde.
Kadınlar bir tabut taşıyor. O kim? Benim kardeşim Ayten mi? Kâbus bu. Uyanmak istiyordum, gücüm yettiği kadar bağırıyor, kimseye duyuramıyordum sesimi.
Sanki ben orada yokmuşum gibi davranıyordu herkes.
Sendikacılar, yol arkadaşları, yoldaşları, sevenleri gırtlakları düğüm düğüm konuşuyorlar, veda ediyorlardı. Her şey sadece hüzünlü bir senaryonun parçası gibi, birazdan “Kestik,” deyip bitirsinler istiyordum. Kolumda ince bir sızıdan başka hiçbir şey hissetmiyordum. Yandaki yatağı kontrol ettim çabucak. Boş! Serumu takan hemşireye sordum: “Kardeşim nerede? Ayten nerede?”
“Sakin olun,” dedi. “O öldü, siz yaşıyorsunuz!” Kardeşim öldü, ama ben yaşıyorum. Yaşıyor muyum? Nasıl? Niye?
Arkasından daha da beteri olduğunu anlıyordum bu “Yaşamak” sözcüğünün. Uzun zaman nefret ediyordum bu kalıplaşmış; donuk, ruhsuz, duygu yoksunu, insanı ferahlatmayan, teselli etmeyen, umutsuz cümleden.
“Hayat her şeye rağmen devam ediyor.”
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
