Derya Erkenci

BİR YAZ KLİŞESİ RÜYASI

Israrcı, laubali bir yaz. Bazı yıllar böyle olur, yaşamayı zül sayarsın. Mevsim kiralık katil gibi dolaşır terleyen şakaklarında. Ortalamaları tutturmuş zavallı ömründe, seni tatmin edememiş yazları düşünüp hayıflanırsın. Tenini dağlayan tek taraflı aşkın, mütecaviz cehennemini dindirmek istersin. Güneşten kavrulmuş kan kızılı mahşeri meydanlarda, günah çıkarmak ihtirasındaki azgın kalabalıklara ölü doğmuş gövdeni siper edersin, havada uçuşan kaya parçalarının gölgelerinde bir nebze serinlemek uğruna. Erirken, bir ruh dilersin ömürden ağır, bir gövde dilersin tüm serinkanlı mahlûkatın bünyesinden umutlu. Söyle Taranta Babu, ölümlü beden midir daha acınası, yoksa ölümsüz ruh mu?

Yüzümü bir çam kozalağının gölgesine denk getirip kızgın kumlara sırtüstü yattım. Bu aşka yanmaya zaten dünden razıydım. Dip balıklarıyla ahbaplık edecek kadar derin bir uykuya daldım. Korlaşmış kum taneleri arasında geniş, ılık ve tahammülü hak eden bir varoluş âlemi. Her siesta keşke böyle olsa, vaatkâr ve gizemli. Ansızın, alnıma serin bir dolmakalem ucu çarptı. Beni hayal eden bir yazar, birdenbire beni yazdı: “Kızgın güneş altında baygın uyurken, rüyasında, kanatları tavus kuşu kuyruğu kadar büyük ve görkemli bir kırlangıç balığı olduğunu görüyordu. Bu yaratığın bir balık mı, melek mi, yoksa kendisi mi olduğunu ayrımsayamıyordu.”
Kan ter içinde uyanınca, kupkuru kalmış bir iguana gibi süründüm dev incirin gölgesine. Ağacın altındayken serin, Linda sekerek geldi. Uzun uzun okşadım kadife tüylerini. Linda ki av köpeği, tavşan kovalarken burkmuş bileğini. Bu mevsim, puanterlerle kucaklaşmak için icat edilmiş belli ki. Çocuklar “Bakın uçan leyleklere!” derken, masaya ballı, erken bir incir düştü. Rüzgâr süpürdü küçük yalıdaki suyun üstünü. Radyo hışırdadı, kadehler birbirine vurdu, sandalyeler ters döndü. Bir bulut geçti. Yağmayacağını bile bile heyecan duyduk gölgesinden. Gökyüzüne uzanan yaşlı dallara baktım; ağaçlar ayakta ölüyormuş harbiden.

Gün batarken, tatilin hayalinden, şehrin gerçekliğine kesin dönüş yapıyordum. Kedi sürüleri, akşamüstü ellerinde poşetlerle yorgun argın evlerine ulaşma telaşındaki insan siluetlerini, kendilerine her akşam iki büklüm yürüyerek sakatat artığı getiren kadına benzetiyordu. Soluk sokak lambası ışığında, beklediklerinin o olmadığını fark ettiklerinde, nazik adımları diğer gölgelere yöneliyordu. Asbest kokan caddelerde, önde dev erkek aslanların başını çektiği gezgin kedigil sürüleri, antiloplar yerine market poşetlerine dikkat kesiliyordu. Eve giden herkes televizyonunu açıyordu. Şehre o bildiğimiz yaz bir türlü gelmiyordu. Bir yaz klişesinin nemli ve sıkıcı rüyası, reklamlardan sonra devam ediyordu.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir