Kanlı Deniz (1974)
Derya Erkenci

YAZLIK SİNEMA “BAHAR BAHÇESİ”

Yaz akşamüstleri annemle plaj sefamızı bitirip pansiyona döndükten ve güneşte ısıtılmış kovalardaki kuyu suyuyla yıkanıp tuzumuzu akıttıktan sonra içimi bir heyecan sarardı. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse içimi o heyecandan başka bir heyecanın sarması ihtimali de pek yoktu. Eğer köyün uzun flüoresan lambaları renk renk yağlı boyalarla boyanmış gazinolarında ayçiçeği tohumu çıtlatmayı ya da köy içinin yüz-yüz elli metrelik, kısa parkurunda aşağı yukarı yürüyüp piyasa yapmayı tercih etmemişsek, o ılık akşamları daha da manalı kılmak için sinemaya gitmekten başka bir seçenek bulamazdık.

 

Kapı kollarına uzanamayacak ve onları açamayacak kadar küçük olduğumu hatırlıyorum. Yazlık tatil beldelerinin kentli çocuklara verdiği saf enerji ve sınırsız güven duygusuyla çıplak ayak kaçardım pansiyondan. Güneş kel tepelerin üzerinde ardında ballı bir kayısı aroması bırakarak henüz kaybolmuş olurdu. Köyün keçi peynirli patlıcan kızartması, asma dalı külü ve bebek bezi kokan, kireç duvarların mavi aydınlığındaki taşlı sokaklarında rüzgâr gibi koşardım. Bildiğim bütün gizli geçitleri, kestirmeleri kullanırdım bir an evvel köy meydanına varabilmek için.
Afiş her zaman eski orta kahvenin önünde duruyor olurdu. Kurt yeniklerinden delik deşik olmuş, açık mavi boyası uzun süre önce yıpranmış zavallı bir çerçevenin içinde, tellerden yapılmış paslı kafesin arkasından bana bakardı afiş. Poyrazın kuvvetli estiği havalarda, sırtını yasladığı elektrik direğiyle birlikte her an devrilecekmiş gibi sallanırdı. O akşamın filmini tanıtan resimlere bakardım büyülenmiş gibi. Akşam kimin filmi var, diye soracaklara verilecek bilginin sahibi olurdum. Benimle birlikte afişin etrafını çevirmiş birkaç köylü çocukla beraber kâh Cüneyt Arkın kâh Turgut Özatay hakkında fikirler yürütür, kadın başrol oyuncusunun bacak, göğüs dekoltelerini sergileyen fotoğraflara karşı kuşkuyla ve ihtiyatla yaklaşırdık.
Bazen bir fırtına çıkar, anakaradan gelen tekneler arızalanır, yeni filmin makaralarının adaya ulaşmasında sorunlar yaşanırdı. İki gün üst üste aynı filmin afişiyle karşılaşınca dünya başıma yıkılırdı. Bin dokuz yüz yetmişlerde de tıpkı bugün olduğu gibi dünyanın en dertli yaratıkları, canı sıkılan çocuklardı.
Bir tür panayır duygusu, atlıkarınca coşkusu, dönme dolap hissi verirdi yazlık sinema Bahar Bahçesi’nin önü. Erkenden sinemaya gelmeyi istemeyip film saatini bekleyen anne babalarının ellerinden güç bela kurtulan oğlan çocuklar için oyun alanı, kendilerini gösterebilecekleri bir er meydanıydı sinemanın girişi. Daire biçiminde bükülmüş tellere mantar takılarak elde edilmiş basit el bombaları, sapanlar, ham incirler ve tavuk tüylerinden yapılmış havaya fırlatıldığında döne döne yere inen doğal oyuncaklar, içi su doldurularak şişirilmiş bebek emzikleri, sert korukları nefes yoluyla fırlatmaya yarayan kamıştan yapılmış tuftuflar, alüminyum bulaşık tellerini yakıp hızla çevirerek yaratılan ilkel havai fişekler, hepsi de çocukların film başlayana kadar birbirlerine maharetlerini sergilemelerine yardımcı olan vahşi ve büyülü araçlardı.
Bütün bu hengâmenin yarattığı toz bulutu arasında daha çok küçük bir bakkal dükkânının girişini andıran, kırk mumluk ampulle aydınlatılmış gişeden biletimizi alırdık. Gişe, izleyici ve kapıda bilet toplayan görevli üçgeni arasında sürekli olarak devinen biletler o kadar eskimiş ve yıpranmış olurlardı ki biraz elimizde tutup kurcalayacak olsak hamur gibi dağılıp yırtılırlardı. Sinemanın briket duvarlarının tam ortasındaki çift kanatlı tahta kapının sol tarafında köy meydanında duran afişin daha yenisi ve temizi asılı olurdu. İçeri çaktırmadan sızmaya çalışan çocuk kalabalığının ve sinemaya gecelikle gelmekte bir sakınca görmemiş tombul teyzelerin arasından ite kaka içeri girerdik. Orası başka türlü bir âlemdi.
Sekizerli onarlı demetler halinde birbirlerine çakılmış, altları tel gergili tahta sandalyelerle oluşturulmuş oturma düzeni beni her içeri girişimde ilk kez görüyormuşçasına şaşırtırdı. Bütün ışıklar yanık olduğu için eski yazlık sinemanın eksikleri ve kusurları ortada olurdu. Sandalyelerin arkasında, sarmaşıklarla sarılmış duvarın tam ortasında yükselen ve derme çatma bir kaptan köşkünü anımsatan makine dairesi üflesen yıkılacakmış gibi dururdu.
Ön kısmı sürekli nemli, gürbüz akşamsefalarıyla süslü bir müsamere sahnesine benzeyen, plastik boyayla boyanmış cansız beyazperde, sinema ahalisinin film öncesi oluşturduğu belli belirsiz gölgelerle hareketlenir, kenarlarına dizili renkli ampullerin sık sık yaşadığı kısa devre arızalarıyla birlikte bir türlü nöbetten çıkamayan ölümcül bir hasta gibi titreyerek karşımızda can çekişirdi. Perdenin solunda, ön tarafta çekirdek ve kuyu suyunda soğutulmuş gazoz satılırdı. Şişeler tahta kapaklı betondan bir havuzun içinde dururdu. Eğer mümkün olduğu kadar soğuk içmek istiyorsanız sinemaya girer girmez meşrubatınızı almanız gerekirdi. Antrakta kadar su ısınır, kolalar, meyve suları ılınırdı.
Sinemanın sunta kasalı, uyduruk hoparlörlerinden yayılan kulak tırmalayıcı müzikler eşlik ederdi bütün bu olup bitene. Bazen Kamuran Akkor, Esengül şarkıları ama çoğu zaman o günlerin popüler şarkıcılarından Ferdi Tayfur’un kederli sesi inletirdi Bahar Bahçesi’nin duvarlarını. Kimi zaman müzik birden kesilir, tatilcilerin ya da köylü gençlerin arasından seçilen ve sesi çok güzel olduğu iddia edilen biri makine dairesine davet edilir, şarkı söylettirilirdi. Kulakları mikrofondan kendi seslerini işitmeye alışık olmayan bu zavallı çocuklar Aldırma Gönül, Ayrılık Kolay Değil gibi moda arabesk şarkıları bağıra bağıra, umutsuzca icra etmeye çabalarlardı. Çoğunlukla acemi şarkıcının detone olmasıyla yarım kalan bu kısa program, sinema ahalisinin tezahüratları ve moral alkışlarıyla son bulurdu. Biz bizeydik. O duygu henüz icat edilmemişti. Başkasının yerine utanmaya ihtiyacımız yoktu.
Müstakil bir oturma düzeni vardı sinemada. Sandalyelere karşıdan baktığınızda, alanı ortadan ikiye bölen ve makine dairesine doğru ilerleyen koridorun sağ bölümünü, köyün yerlisi kadınlar ve çocuklar doldururdu orta sıralara kadar. Onların hemen arkasında tatilci kadınlar otururdu küçük çocuklarıyla. Senelik izinleri kısıtlı, asabi ve sıkılgan babalar pek uğramazdı sinemaya.
Sağdaki bölümün en arka sıraları adaya tatile gelenlerin ilk kuşak büyük çocuklarınındı. Bu yirmili yaşlarının başlarındaki sıkıntılı genç grubunun filmlerin mevzularıyla direkt bir ilişkileri yoktu. Başka bir eğlence bulamadıkları için kendi istekleriyle gelmiş olsalar bile oraya zorla getirilmiş gibi davranırlardı. Çoğu zaman aralarında kulaktan kulağa, çaydanlık, sessiz sinema gibi sözlü oyunları fısır fısır konuşarak oynar, ara sıra hâkim olamadıkları kahkahalarını filmin en acıklı yerinde patlatarak ön sıralardan gelen “Hişştt!” ünlemiyle azarlanırlardı. Öpüşme sahnelerinde “Ayrıl! Sıyrıl!” diye bağırarak kendilerince filmi sabote etmeye çalışırlar, kimi zaman da Adile Naşit’in, Mürüvvet Sim’in saç saça baş başa birbirlerine girdikleri sahnelerde abartılı şekilde uzun uzun gülerlerdi.
Sol bölümdeki sandalyeler ise çoğunlukla erkekler tarafından işgal edilirdi. Ön sıralarda kentli, köylü çocuklar karışık otururdu. Ortalara doğru köyün yaşlıları, bekârları göze çarpardı. En arka sıralar kimseye bulaşmamaya çalışarak sessizce demlenen serkeş, içkici delikanlıların mekânıydı. Bu delikanlılar, filmlerde çok ender rastlanan kısıtlı sevişme sahnelerini elini merceğin önüne koyarak sansürlemeye çalışan sinemacı Hasan’ı sürekli olarak taciz ederler, elini aletin önünden çekmesi için onu ikna etmeye çalışırlardı. Onlar “Çeksene elini be Hasan Abi. Bırak da seyredelim!” dedikçe Hasan onlara “Aile var be ciğerim, aile var!” diye karşılık verirdi.
Ben sürekli yer değiştirirdim sinemada. Her gün ayrı bir yerde otururdum. Yediğim çekirdeklerin kabuklarını elimde biriktirip orta sıralarda projeksiyona yakın bir yerden havaya fırlatarak filmin perdeye düşen görüntüsü üzerinde anlık efektler yaratmaya çalışırdım. Kimi geceler annemin kucağına yığılır, fazla acılı arabesk filmlerin gözü yaşlı kahramanlarının bir türlü bitmeyen çilesini izlemek yerine gözlerimi gökyüzüne dikip uzun uzun tarifsiz güzellikteki Samanyolu’na bakardım. Sinemanın hemen yakınındaki pansiyonların balkonlarında, teraslarında oturarak bedavadan film izleyen insanları imrentiyle gözleyip önümüzdeki yaz o pansiyonlardan birini tutması için babamı ikna etmesi konusunda anneme uzun uzun yalvarırdım.
Bazen cezalı olduğum ya da harçlıksız kaldığım gecelerde giremezdim sinemaya. Dış ışıkları ve kapısı kapatılmış, köyün zifiri karanlığının kıyısında içi fosforlu balıklarla kaynaşan bir akvaryumu, her an fezaya fırlayacak sembolik bir yıldız gemisini andıran, dikdörtgen kutu şeklindeki sinema binasına dışarıdan bakardım. Briket duvarlara çarparak karmaşık akisler oluşturan dublaj seslerinin gökyüzüne ulaşan ışık demetleriyle birleşerek yarattığı plastik gizem sinirlerimi bozardı. Oynayan filmi önceden defalarca izlemiş olsam bile içeride, perdenin karşısında oturamadığım için hüzünlenir, üzüm bağının köşesindeki çeşmenin başındaki rutubetli taşlara oturarak içli içli ağlardım.
Sinemanın dışında kalmak demek bir kulübün, bir meclisin dışında kalmak manasına gelirdi. Kimi zaman aklı evvel bazı çocuklara özenerek sinemanın arka duvarına tırmanmayı denerdim. Bu heves de çoğunlukla ya kırık briketlere yuva yapmış eşek arıları tarafından birkaç yerimden sokulmakla ya da duvarın üzerindeki çimentoya gömülmüş cam kırıklarının elimi yüzümü yaralamasıyla son bulurdu.
Yetmişlerin kır gazinosu tadındaki açık hava sineması Bahar Bahçesi’nde Kemal Sunal, Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Kadir İnanır filmleri pek sevilirdi. Ada halkı bu filmlerden bir hayli etkilenmişlerdi. O yıllarda köyde doğan birçok kız çocuğunun ismi bu filmlerden esinlenerek verilmişti. Bir sürü Türkan, Filiz, Gülşen, Hale ve Hülya vardı köyde. Erkek çocuklar arasında ise Tarık, Aytaç, Cüneyt, Tamer gibi isimler revaçtaydı. Bu durum zamanın modasının, sinema oyuncularına duyulan samimi yakınlığın sonucu olsa da aslında içten içe o ünlülerin isimlerini taşıyan çocukların tıpkı o artistler gibi bahtlarının açık olacağına inanılırdı.
Yazlık sinemada her gece izlenen filmlerin yarattığı ortalama estetik etki köyün ortak kullanım alanlarında da görülürdü. İnsanların kıyafetleri, saç modelleri kimi zaman komik hâller alsa da dönem filmlerinin modasını sokağa yansıtırdı. Plaj gazinoları, çay bahçeleri filmlerden esinlenilerek kurulur, faytonlar ve otomobiller beyazperdenin etkisiyle süslenirdi. Hemen her mekânda, özellikle ayna kenarına iliştirilmiş bir Türkan Şoray ya da Zeki Müren kartpostalı mutlaka göze çarpardı.
Her yaz, biricik aşkım televizyonu, mevsimle birlikte beni terk edecek uçarı bir sevgiliyle aldatırdım. Sinema televizyonun tam tersiydi. Onu dışarıdan izleyemezdiniz, boş ayakkabı kutularına girerek huzur bulan kediler gibi içine girmeliydiniz. Sizi kapsamalıydı. Kapalı devre çalışır, sadece o an içinde olan, perdesine bakanları ilgilendirirdi.
Köyün içinde bir tür kapsül, tuhaf bir kabin gibi var olarak aşinalığı aşikâr bir iç dünya yaratırdı sinema binası. Bu iç dünyayı kuşatan şeylerin hepsi bildiğimiz, dokunarak ya da görerek kendimize ait kıldığımız şeylerdi. Tümüyle yerli filmler gösteren bu sinema, masumdu. Bize, bize benzediklerini zannettiğimiz birilerini gösterirdi. Hatta bu gösterme işini o kadar kusurlu, acemice ve kötü taklit ederek yapardı ki film bittiğinde herkes kendi haline şükrederdi.

Yazarımızın  diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

2 thoughts on “YAZLIK SİNEMA “BAHAR BAHÇESİ” / Derya Erkenci

  1. Oral Oraldağ dedi ki:

    Derya Erkenci ile hemen aynı yaşlardayız ve yaşadıklarımız öyle çok benziyor ki…Üniversite yıllarımda Hayalet Gemi ile tanıştığımda okumaya başladım Derya Erkenci’yi.O’nu okurken elimden yavaş yavaş uçup giden çocukluğumun güzel ve hüzünlü hayaletleri üşüşürdü başıma.Saatlerce içinde kaldığım deniz,akşamları oynanan hiç bitmeyen saklambaclar, yudum yudum ictiğimiz gazozlar çocuk yalnızlığımız ilk gençlik aşklarımız,hüzünlerimiz hepsini öyle ince bir detayla betimlerdiki yüreğim cız ederdi (rahmetli babacığımın deyimiyle ‘burnumun direği sızlardı’)
    Şimdi 50 li yaşlarımı sürerken tekrar karşılaştık kendisiyle unuttuğum cocukluğumu hatırlattı bana tekrar.Teşekkürler Derya Erkenci yazılarını özlemişim.

  2. Derya Erkenci dedi ki:

    Çok teşekkür ederim oral.oraldag@gmail.com Beğenmenize sevindim. Yeniden metinlerde, edebiyatta buluşmak büyük mutluluk. Romanım ‘İmkânsız Bir Liste”yi de okumanızı dilerim.

Derya Erkenci için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir