“Şehir Söner Biz Yanarız/ Pavyon Öyküleri” kolektif bir kitap. İçinde 23 kadın yazarın kaleminden çıkmış, 23 farklı öykü var. Böyle bir kitap fikri nereden doğdu, sizi tetikleyen şey neydi?

 

Kitapla ilgili en çok merak edilen konu bu sanırım. Çok kere soruldu. Görünen o ki daha da sorulacak. Bu defa biraz daha ayrıntılı yanıtlayım isterseniz.

İşin başında, görünürde, basit bir meraktı aslında. Yazmayla da ilgisi olan, bir grup kadın arkadaşımla Adana’ya gezmeye gitmiştik. Geç saatte yemekten çıkmış, kaldığımız otele doğru yürüyorduk. Kentin en işlek caddelerinden biri olan Atatürk Caddesi üzerinde bir pavyona rastladık. Ankara’ya taşınmadan önce, 28 yıl yaşadığım Adana’da, bir kez olsun pavyona gitmeyi düşünmemiş olan ben, birden pavyona gitmeyi teklif ettim arkadaşlarıma. Teklifim, şakayla karışık, çok da ciddiyet içermeyen bir yerden algılandı. Bu duruma, pavyonun kapısına dikilmiş, tuhaf bakışlı, ürkütücü görünümlü adamın yaydığı olumsuz enerji de eklenince hevesim kursağımda kaldı.

Bir gün sonra Adana’da son gecemizdi. Gün boyu, gidemediğimiz pavyondaydı aklım. Atatürk Caddesi’nin de içinde yer aldığı Kurtuluş Mahallesi kentin en güvenilir semtlerindendi benim için. Bu, pavyonun güvenirliliği açısından da bir referans oluşturuyordu. Semt sakinlerine rağmen kötü bir şey yaşanması mümkün değildi. Ayrıca semtin “pavyon ihtiyacını” nitelikli (!) bir yerden karşılamak için de açılmış olabilirdi bu mekân, kim bilir?

Bu kez, çok daha kararlı bir şekilde konuştum, “Ben pavyona gidiyorum, gelmek isteyen gelir.” Akşam saatleriydi. Yayıncı bir dostumuz tarafından çok güzel sofrada ağırlanmış, otelimize dönüyorduk yine. Otelin önünde taksiden indiğimizde, elimde değil, ayaklarım Atatürk Caddesi’ne sürüklüyordu beni. Nasıl bir enerji oluştu o anda bilemiyorum, arkadaşlarımın sesi mısır gibi patlamaya başlamıştı art arda: “Tamam!” “Tamam, gidelim!” “Ben de geliyorum, tamam!”

O anda değilse ne zamandı, değil mi ya?

Kapıdaki adamı psikolojik olarak aşarsak gerisi kolaydı. “Aileler de girebiliyor mu?” dedim, yüzüme anlamsız bakan adama. “Evet, evet,” dedi coşkulu. Yetmedi, “Biz yazarız da, mekânı görüp pavyon öyküleri yazacağız,” dedim. Kafamın hızlı çalışmasıyla tanınırım da bu kadarı da fazlaydı doğrusu. Bir garson göründü aynı anda, pavyona inen merdivenlerin başında. “Buyurun,” dedi. Ona da tekrarladım. “Biz yazarız. Ankara’dan geliyoruz. Pavyon öyküleri yazacağız.”

Yalnızca, acı haber değilmiş hızla yayılan. Önde garson, arkasında biz mekâna girdiğimizde, herkes Ankara’dan geldiğimizi ve yazıyor olduğumuzu öğrenmişti. Sanırım, konsomatrisler dışında. Onlar yüzlerinde anlamlı bir gülümseme, “Bura sizi aşar be kızım,” bakışı ile süzüyorlardı bizi. Haklılardı.

Garsona sormadan edemedim, peşi sıra giderken, “Hesap konusunda kafa koparmıyorsunuzdur umarım.” Gülümsedi garson, “Olur mu abla, te Ankaralardan kalkıp gelmişsiniz,” dedi.

Girdiğimiz loş mekânda kırmızı renk hâkimdi. Masalara birer ikişer dağılmış konsomatrisler gelmek üzere olan müşterilerini bekliyorlardı. Bizim için özel olarak kurgulanmış bir oyununun içine düşmüştük sanki. Sahnedeki kadın şarkıcı, özel bir şarkı isteğimizin olup olmadığını soruyor; beden diliyle “hoş geldiniz”  diyen patron, masamıza ikram olarak meyve yolluyor; konsomatrisleri erkek müşterilerle bir araya getiren “şef”, ortalıkta, bir arının saldırısına uğramışçasına koşturuyordu.

Kadınlardan biri, çağrıldığı masaya ağır adımlarla yanaştı. Kırmızı deri kaplı koltuğa oturmadı da ucuna ilişiverdi. Adamla arasında bir kişi daha sığar ölçüde mesafe bıraktı. Öncesinde, neredeyse parmaklarının ucuyla sıktı müşterisinin elini. Her şey ne kadar ölçülü (!) ne kadar da yolundaydı öyle?

Pavyondan çıkarken neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda bir kafa karışıklığı yaşıyorduk. Pavyonlar öyle dendiği gibi çok da kötü yerler değildi hani. Nazik beylere eşlik eden bakımlı hanımlar diyarı… Kitabı o dakikada yazsak, okurun karşısına pavyon güzellemesiyle çıkardık muhakkak.

İşin rengi, konuyu “Yazı Tamircisi Atölye”ye taşıdığımızda değişti elbette. Pavyona girerken gösterdiğimiz -dayanaksız ama olabilirliği mümkün- gerekçeyi yaşama geçirme kararımız, bizi konu üzerine okuma, araştırma yapmaya yöneltti. İzlediğimiz belgeseller, okuduğumuz söyleşiler ve hatta akademik makaleler, gösterdi ki payvonlar çok tekin yerler olmadığı gibi, kadınların fiziksel ve psikolojik ağır sömürüye maruz kalması da cabası.

Pavyona birlikte gittiğimiz atölye katılımcısı arkadaşlarımla, sonbahardan yaza, sıkı bir çalışma programı uyguladık. Serbest konulu öykülerin dışında, içlerinden birini seçmek üzere, çok sayıda pavyon öyküsü yazdık. Çalışmamıza, atölye dışından yazar dostlarımız da destek verdi öyküleriyle. h2o Kitap’ın sahibi Özcan Özen de “Kitabınızı ben basarım,” deyince, iş zamanla ete kemiğe bürünmüş oldu.

Kitabın başına koyduğunuz söyleşi gerçekten çok çarpıcı, içeriden birisiyle böylesi açık bir sohbet gerçekleştirmek hiç kolay olmamıştır eminim. Zaten siz de bunun kolay olmadığını anlatmışsınız.

İzmirli Burcu’yla buluşmak çok da kolay olmadı benim için, evet. Burcu’dan, yapamayacağı bir şey istedim çünkü. Bir öykü kitabı hazırlanıyordu ve ben istiyordum ki Burcu da bizim için bir pavyon öyküsü yazsın. Oysa Burcu akıllı bir kadın, “Söyleşi yapalım,” dedi.  Bir öykü kitabında söyleşinin ne işi vardı? Duraksadım. Her nasılsa, pavyonda yaşadığı bir aşkı yazabileceğini söyledi, konuşma ilerleyince. Harika! İkna edebilmiştim demek ki. Aradan günler geçti. Bir gece, sabaha karşı gelen mesaj bildirim sesine açtım gözümü. Mesaj Burcu’dandı. Söz ettiği aşkı yazmaya çalışmış, sonuna şu notu eklemişti: “Görüyorsun işte, olmuyor, ben yazar değilim. İstiyorsan ben anlatırım, sen yazarsın.”

Tamam, bu da olurdu. Sözleştik Burcu’yla. Bir gün iş çıkışı, sabaha karşı, doğrudan bana gelecek ve anlatacaktı o büyük aşkını. Sonuç? Çorbacıda bekleyen pavyon müşterisi ne ise, ben oldum mu o? Yok, Burcu söz verdiği halde gelmedi. Acayip canım sıkıldı. Burcu defteri o dakikada kapandı benim için.

Bu arada atölyede öyküler yazılmaya devam ediyor, dışarıdan öyküler geliyordu. Bu kurmaca sağanağının altında, Burcu’nun bedel ödenmiş yaşamını düşünmeye başladım bir yerden sonra. Bu kadar kurmaca yetmemiş, Burcu’ya diyordum ki “Hadi, sen de bir şeyler uydur bizim için.” Bu isteğimin ne kadar tuzu kuruluk içerdiğini fark ettim bir anda. “Gerçek” bir hazine gibi, gözümün önünde duruyorken ne istiyordum Burcu’dan ben?

Aylar sonra “Söyleşi yapalım, tamam,” diye mesaj attım Burcu’ya. “Olur.” yazdı. Anlaştık, söyleşi yapmak için bir araya gelecektik.  Umarım verdiği sözü tutacaktı bu kez. Ama bir sorun vardı, Burcu’nun anlattıkları kitaptaki öykülerin tamamını sıkıntıya sokabilir, yaşamın gerçekliği, edebiyatın sahiciliği karşısında galip gelebilirdi. O noktada okurun kafasında nasıl bir denge oluştu bilmiyorum ama, Burcu’nun söyleşisi çok sevildi, evet…

 

Korkmadınız mı gerçekten de? Sonrasında o yaşama arkanızı dönmek, sıradan hayatlarımıza devam etmek zorunda olmak ne hissettirdi size?

İzmirli Burcu’nun bende kalacağını söylediğimde, bunu işitenlerin verdiği tepkiyi düşürdünüz aklıma şimdi. Dikkat etmemi söylemişti her biri ayrı ayrı. Burcu’nun varlığı nasıl bir tehdit içeriyordu ki gözlerinde, dost olmanın gereği, uyarmak zorunda hissediyorlardı kendilerini.

Burcu’nun korkulacak bir tarafı yok. 23 yaşında gencecik bir kadından söz ediyoruz. Aksine, son derece hassas, korunmaya muhtaç, yalın bir tarafı var. Bu yönü üzerine çok bir şey söylemek istemem aslında. Topluma, çevresindekilere karşı gardını almış bir yaşam Burcularınki. Güçlü görünmek zorundalar.

Burcu’nun içinde olduğu yaşama gelince, onun korkunçluğu üzerine bir şeyler söylenebilir elbette. Herkesin kolay kolay sürdüremeyeceği, tehlikelerle dolu bir yaşam onlarınki. Alkolün, kaynağı belirsiz paranın, kaba gücün, silahın hüküm sürdüğü, erkek egemen bir alandan söz ediyoruz.

Bir yazar olarak, şizofreniye dönük bir sorun yaşamıyorsanız yazı biter, karakteriniz yoluna gider. Yaptığım söyleşiyi öyküsel bir dille verdiğim, İzmirli Burcu’yu neredeyse bir öykü karakterinden farksız okurun karşısına çıkardığım için, Burcu’yu kafamın içinde ikiye böldüğümü söylemek isterim. Konsomatrislik yapan İzmirli Burcu ile (imza-söyleşiler dışında)  söyleşimiz bittiği anda yolumuzu ayırdık. Ancak, gerçek adı yakın çevresinde saklı, “Burcu” ile hep dost ve kardeş kalacağımızdan kuşkum yok. Konsomatrislik İzmirli Burcu’nun mesleği. Kimliği ya da kişiliği değil. Ve biz sevdiklerimiz, değer verdiklerimizle meslekleri üzerinden iletişim kurmayız. Çok daha insani faktörlerdir onlara karşı bizdeki kabulü oluşturan.

Burcu ya da pavyonda çalışan kadınlar üzerine yazıp çizerken, kendimizi karşımızdakinin yerine koymada ölçüyü kaçırdığımızı düşünmüyorum. Dolayısıyla, yazmanın, edebiyatın merkezde olduğu “sıradan” yaşamlarımıza dönmek zor olmadı bizim için.

Pavyon deyince benim aklıma hep Sabahattin Ali’nin Hanende Melek öyküsü düşer nedense, Orta Doğu usulü oturak âlemlerinden neredeyse Pub diyeceğimiz türlere kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılıyor artık pavyon kültürü. Siz ne düşünüyorsunuz bu kültür konusunda ve kadının bu kadar değersizleştiği bir coğrafyada sokaktaki, evin içindeki kadını bile koruyamazken bu sektörde çalışan kadınları korumak, onlara güvenli bir yaşam sağlamak mümkün olabilir mi?

Öncelikle kadını “evdeki” “okuldaki” “tarladaki” “pavyondaki” gibi bir ayrıma tabii tutmanın kadın mücadelesini zayıflatan yanına dikkat çekmek isterim. Kadın, konumu, öğrenimi, eğitimi her ne olursa olsun, hangi iş alanında çalışırsa çalışsın benzer dertlerin sahibi olarak her yerde o aynı kadındır.

Pavyon Öyküleri çıktıktan sonra bana ulaşan “dışarıya kapalı bir tartışma grubu”, kitabı alıp okuyacaklarını ve üzerine tartışacaklarını bildirdiler. Sol siyasi düşünceye sahip bu grubun böyle bir şey planlaması, Pavyon Öyküleri üzerinden kadın konusunu tartışmaya açacak olması ne müthişti! Ancak aramızdaki konuşma ilerlerken “Süreyyaların” karıştırıldığını fark ettim. KHK ile işine son verilmiş, sevdiğim, sözüne değer verdiğim bir başka Süreyya ile karıştırılmıştım. Sonuç? Bu konu hakkında tekrar aranmadım. İnsan elbette sorgulamadan edemiyor, hangi türden bir kadının sorunuyla karşınıza çıksak desteğinizi alırdık ki kitabı görüp aradıklarına göre konsomatrislerle bir sorunları yoktu, o halde ikinci soru olarak, hangi türden bir kadın konsomatrislere ilişkin bir çalışma ortaya koysa desteğinizi alırdı? Hayır, bu, alınganlıktan uzak bir tespit olarak görülsün isterim. Yoksa ilk anda bu durum beni güldürdü bile. Sonradan sonraya fark ettirdi kendini olayın acısı. Bu ülkenin “eşitlikçi”si bile bu durumdaysa “vay,” dedim halimize, “vay ki vay…”

Sorunuza dönecek olursak, Pavyon Öyküleri’nin giriş bölümünü yazarken, iki ayrı akademik çalışmadan faydalandım. Kitabı edinecek olanların o kısmı ilgiyle karşılayacaklarından kuşkum yok. Osmanlı döneminde, kadının hayata karışmasında, görünür olmasında pavyonların rol üstlendiğini görmek tuhaf ama gerçek. Kadını koruma, güvene alma meselesine gelince. Son dönemde öne çıkan ve sonuna kadar haklı bulduğum bir slogan var: “Kadın cinayetleri politiktir!” Ülkenin içine sürüklendiği karanlıkla kadın cinayetlerindeki artış arasında bir paralellik kurmak zor olmasa gerek.

Pavyon kültürüne gelince. Bir eğlence kültürüymüş gibi gösterilmeye çalışılsa da kadının her anlamda sömürüye uğradığı, erkek egemen bir alan, diyebilirim kısaca.

Kadının yaşadığını kadının dilinden anlatan çok değerli öyküler var kitapta ve her metinle duvara çarpıp geri dönüyoruz. Hikâyeler oldukça gerçekçi ve çoğu o hayatın içinde yaşayan kadınların ağzından yazılmış. Bu yirmi üç kadın yazar nasıl bir araya geldi. Böyle bir konuda yazmak onları zorladı mı, dersiniz?

Öncelikle, öyküleri sahici ve sarsıcı bulmanız mutluluk verici. Bu düşünceniz kitaba katkı sağlayan diğer yazar arkadaşlarımı da mutlu edecektir. Bir araya nasıl geldiğimize gelince, az önce de söylediğim gibi bu çalışma Yazı Tamircisi Atölye katılımcılarının ortak bir çalışması olarak yola çıktı. Öteden beri çok sayıda edebiyat etkinliği düzenlemiş ve o etkinliklerde yolun başındakilerle yola çok daha önce çıkmış edebiyatçıları bir araya getirmeyi her zaman değerli bulmuş olan ben, bunu ortak bir kitapla da yapmanın mümkün olduğunu biliyordum. Hoş, bu anlayıştan hareketle, ortak kitap yapan başka yazar arkadaşlarım da yok değil.

Öyküsünü yazarken değil de konuyu kabullenme, içselleştirme noktasında zorlananlar elbette oldu. Hatta çoğunun ilk tepkisi, “Ben hiç pavyona gitmedim ki ne yazabilirim pavyonlarla ilgili?” oldu. Sizi yazmaya iten uyaran “ilahi” bir yerden gelsin diye beklerseniz çok beklersiniz açıkçası. O nedenle istek üzerine bir şeyler yazmak da mümkün. Bu anlamda, öyküsünü bitirip gönderdiğinde arkadaşlarımın mutluluğu görülmeye değerdi. Evet, pavyonlar üzerine yazmak da mümkünmüş.

Sırada yeni bir ortak çalışma var mı?

Evet. Kadının odakta olduğu bir çalışma hazırlığındayız. Bağlantıları kurmaya başladım. Yayıncımız h2o Kitap olacak yine. Özcan Özen’le çalışmanın büyük bir keyif olduğunu söylemeliyim, yeri gelmişken.

Son olarak, “Şehir Söner Biz Yanarız/ Pavyon Öyküleri”nin 2. baskıyı yapmak üzere olduğunu söylemek isterim. Kitabımıza ilgi gösteren tüm okurlarımıza içten sevgi ve teşekkürümüzle…

 

Teşekkürler…

 

 

 

3 thoughts on “Şehir Söner Biz Yanarız/ Pavyon Öyküleri- Süreyya Köle/ Aysel Karaca/ Panzehir Söyleşiler

  1. Sema Arslan dedi ki:

    Okunmaya değer bir söyleşi. Her satırını duyumsayarak okudum. Emeğinize sağlık.

    1. panzehir_dergi dedi ki:

      Semacım çok teşekkür ederiz, öykü tadında bir söyleşi oldu gerçekten. Sevgiler…

  2. Alev Turanlı dedi ki:

    O kadar merak ettim ki mutlaka okuyacağım kitabın ismi de müthiş bir fikir… derin konular bunlar görünüşte ne kadar sakin ve güzel görünse de nereden geldiği belli olmayan paralar, çaresiz Burcu gibi güzel kadınlar keşke dediğiniz gibi dışardan göründüğü kadar masum olsa her şey.., çok merak ettim okuyacağım çok güzel bir söyleşi ve tanıtım olmuş ellerinize sağlık

Sema Arslan için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir