Gözü açık olarak dünyaya gelmek büyük lanetlerden biri midir, bilmiyorum. Ama Paul Auster’in, zihni ve algısı apaçık olarak dünyaya gelen bebeklerden biri olduğunu biliyorum.

Savurgan, alış veriş tutkunu, yaşamaya düşkün, ev hanımı bir anne ile kaygı düzeyi yüksek, fazlasıyla tutumlu hatta cimri, huysuz, avukat bir babadan dünyaya gelen Auster; çok küçük yaşlardan itibaren hatıralarını tüm detaylarıyla ince ince  önce zihnine sonra kâğıda geçirmeyi iş edinmiştir. Gözlem ve analiz gücü ona doğuştan verili bir hediye gibidir. Bu yazıyı yazmaya niyetlendiğimde metinlerinde beni en çok etkileyen şeyin ne olduğunu düşününce hayran olduğum şeyin aslında onun belleği olduğunu fark ettim. Sanırım hayatın tadını çıkarmaya hevesli annesinden gözlem gücünü, babasından da biriktirme huyunu almıştı. Kendisini şahsen tanıma, tanışma şansım olmadıysa da metinlerindeki olağan üstü gözlem, betimleme ve hatırlama gücünün büyüsüne kapılmamam mümkün değildi. Auster’in anı biriktirme ve gözlem gücünü birbirine örmeye başladığı andan itibaren, pırıltılı ve heyecan veren metinleri yazmaya koyulması çok da zor olmamıştır kanımca.

“Elini kapının tokmağına koyana kadar ne yapmakta olduğu aklına gelmedi. “Galiba dışarı çıkıyorum,” diye düşündü. “Ama çıkıyorsam tam olarak nereye gidiyorum?”

Bir saat sonra, 70. Sokak’la Beşinci Cadde’nin köşesinde 4 numaralı otobüsten inerken bu sorunun yanıtını hâlâ bulamamıştı. Bir yanında park vardı, sabah güneşi altında yemyeşil, keskin hatlı, kaçışan gölgelerle; öte yanında Frick vardı, beyaz ve sade, ölülere bırakılmış gibi. Bir an Vermeer’in Asker ve Gülümseyen Genç Kız tablosu geldi aklına, kızın yüzündeki ifadeyi, fincanı kavrayan ellerinin tam konumunu, yüzü görünmeyen adamın kırmızı ensesini anımsamaya çalıştı. Duvarda asılı olan mavi harita ve pencereden giren güneş ışığı zihninde belirip kayboldu, şimdi kendisini kuşatan güneş ışığına o kadar benziyordu ki. Yürüyordu. Karşı kaldırıma geçmiş, doğu yönünde ilerliyordu. Madison Bulvarı’nda sağa saptı ve güneye, bir blok aşağıya yürüdü, sonra sola döndü ve bulunduğu yeri gördü. “Galiba geldim,” diye düşündü.” Newyork Üçlemesi, Sayfa 19

Ne annesinin ev hanımlığı ve savurganlığı ne de babasının eğitimli ama pinti bir adam olmasından şikâyetçi oldu. Tek isteği anne babasının bitmek bilmeyen kavgalarının sona ermesiydi. Allahtan çok sevdiği bir amcası ve onun engin bir kütüphanesi vardı. Başı sıkıştığında kendini atabileceği bir sığınak. Arzu ettiği bol bol okumak, ve rahatsız edilmeden sayfalar dolusu yazabilmekti. Okul ve eğitim hayatı umurunda değildi. Okul onun için anlamsız, hatta gereksiz bir edimdi. Kendini bildi bileli yazar olmak istiyordu. Başka bir şey olmayı hayal bile edemiyordu. Yazarlığı hiçbir zaman yan meslek olarak görmedi. Pek çok yazar gibi yazmak için başka bir işe girişmek de hiç ona göre değildi. Bunu hem adil hem de etik bulmuyordu.

Lise son sınıfa geldiğinde, anne babası boşanmış, o da bunu evi terk etmek için fırsata çevirmişti. Sonunda hayal ettiğini yapabilecek, dünyayı gezebilecekti. Diploma almayı bile beklemeden çantasını kapıp yollara düştü. Henüz on sekizindeydi ama cesur, meraklı, çalışkan ve hazırlıklıydı. En kötüsünü yaşamaya hazırdı. O güne dek her türlü işte çalışarak biriktirdiği bin beş yüz dolarla ne yapabilirse yapacaktı.

“Yeniyetmelik çağımda o bildik ne iş olsa yaparım modelini benimsedim. İlk kar düşer düşmez elimde kürek dışarı fırlar, her evin kapısını çalıp garajın yolunu ya da kaldırımlarını temizletmek için beni tutmak ister misiniz diye sorardım. Ekimde yapraklar düşmeye başlayınca, bu kez elimde tırmık aynı kapıları çalar, çimlerin üzerindeki yaprakları temizletmek isteyip istemediklerini sormaya başlardım. Yerlerde temizlenecek, kaldırılacak bir şey olmadığı zamanlarda ise gel- geç iş var mı diye sorardım. Garajın derlenip toparlanması, bodrumun temizlenmesi, taflanların budanması, yapılması gereken ne iş varsa hepsini yapmaya adaydım. Yazları, evimizin önündeki kaldırımda bardağı on sente limonata satardım. Kilerdeki boş şişeleri küçük kırmızı el arabama doldurur, dükkâna götürüp depozitoyu alırdım. Küçük şişeler iki sent, büyük şişeler beş sent. Kazandıklarımla beysbol kartları, spor dergileri, çizgi romanlar alır, kalanı da yazarkasa biçimindeki kumbarama atardım. Tam ana babama uygun bir çocuktum ve onların yaşamını biçimlendiren ilkeleri irdelemek gereğini duymazdım. Son söz paranındı ve onun sesine kulak verip dediklerini yaptığınız ölçüde, yaşamın dilini öğrenmiş olurdunuz.” Cebi Delik, Sayfa 10

Geceliği yedi franklık (1 dolar 40 sent) bir otelde bir aydan fazla kalarak Paris’i gezdi. İtalya’ya, İspanya’ya, İrlanda’ya gitti. İki buçuk ay içinde on kilo zayıfladı.

1967’de Colombia Üniversitesi’ne yazıldı. Yetmiş yılında yabancı ülkede okuma programına kaydolarak yeniden Paris’e gitti. Ancak o günkü Paris’in üç yıl evvel birkaç hafta kaldığı ve hayran olduğu Paris’le ilgisi yoktu. Tam bir hayal kırıklığıydı.

“Son iki yılı kitaplara gömülerek geçirmiştim ve yepyeni bir dünya kafamın içini doldurmuş, yaşamı altüst eden değişikliklerle kan değişimine uğramıştım. Edebiyat ve felsefe konularında benim için bugün de önemli olan ne varsa, hepsini o iki yıl boyunca öğrendim. Şimdi bakıyorum da, onca kitabı nasıl okuduğuma şaşırıyorum. Akıllara durgunluk verecek kadar çok sayıda kitabı su içercesine hatmediyor, kitaplardan oluşan ülkeleri, koca kıtaları bir oturuşta yutuyor, yine de okumaya doyamıyordum. Elizabeth dönemi oyun yazarları, Sokrates öncesi filozoflar, Rus romancıları, Sürrealist şairler. Beynim tutuşmuş gibi, hayat memat sorunuymuş gibi okuyordum. Bir kitap bir başka kitabı peşinden sürüklüyor, bir düşünce bir başka düşünceye yol açıyordu; ve bir aydan ötekine her konudaki düşüncelerim tamamen değişiyordu. Öğrenim programı müthiş bir düş kırıklığı oldu. İstediğim her konferansa ve derse (örneğin College de France’da Roland Barthes’ın derslerine) katılabileceğim hayaliyle büyük planlar yaparak Paris’e gittim; ama program yöneticisiyle bunları konuşmaya gittiğimde, adam hepsini unutmamı söyleyerek kestirip attı.” a.g. e.sayfa 34  Auster’in bu kuralları kabullenmesi, İmkânsızdı, gerisin geri okuluna döndü.

Bu süreçte yazma edimini aralıksız sürdürdü ancak süreçten pek de memnun değildi. İki roman yazmaya başladı, sonra yarıda bıraktı. Hoşuma gitmeyen birkaç oyun yazdı. Ona göre düş kırıklığı ile sonuçlanan şiirler yazıp durdu. İçinde bulunduğu karamsarlık ve mükemmele ulaşma arzusu onu metinlerine acımasızca yaklaşan bir ortaçağ engizisyoncusuna  dönüştürüyor, her şeyi yırtıp atıyordu. Ne hayran olduğu Poe, ne de peşine düştüğü Joyce gibi yazabiliyordu. Böylesi bir metin yazamayacaksa ne demeye yazmaya girişiyordu.  Gururlandığı tek başarılı uğraşı, Fransızcadan yaptığı şiir çevirileriydi. Kendi ayakları üzerinde durabilmek için her yolu denerken kısa süre porno kitaplar yazan bir yayınevinde bile çalıştı. Oldukça ironik bir deneyimdi bu onun için, sonra bir gençlik dergisinde Paul Quinn ismiyle eleştiri yazıları yazmaya girişti. Yıllar sonra kaleme alacağı New York Üçlemesi romanında yarattığı kahramanın adı da Daniel Quinn olacaktı.

Üvey babasının yardımıyla bir petrol tankerinde iş buldu, apar topar yola koyuldu. Bir Melville ya da Twain kadar değilse de azımsanmayacak maceralar yaşadı. O an bahtsızlık gibi görünen bu yaşam öyküsü onun gelecekte eşsiz metinler yazmasına yol açacak, bu denli inişli, çıkışlı, renkli bir yaşamı olmasa okuduğumuz o muhteşem metinleri belki de kaleme alamayacaktı.

“Başlangıçtaki işim yerlere paspas yapmak, yatakları düzeltmekti. Önce tayfaların, sonra süvarilerin yataklarını yapıyordum. Görevimin teknik adı kamarotluktu, ama sizin anlayacağınız kapıcılık, çöpçülük, oda hizmetçiliği karışımı bir iş yapıyordum. Tuvaletleri ovmaya ya da kirli çorapları toplamaya bayıldığımı söyleyemem; ancak, bir kez usulünü aldın mı, iş alabildiğine kolaydı. Daha bir hafta geçmeden öylesine ustalaştım ki, günlük işleri iki, bilemedin iki buçuk saatte bitirir hale geldim. Böylece kendime ayıracağım çok zamanım oluyordu ve bu zamanın büyük bölümünü tek başıma, kamaramda geçiriyordum. Kitap okuyor, yazıyor, daha önce yaptıklarımı rahatça yapabiliyordum; üstelik daha verimli çalışıyordum…” a.g.e  Sayfa 57

Tankerde çalıştığı sürede biriktirdiği yaklaşık dört bin dolarla Paris’i yeniden denemeye karar verdi. 1973 yılında bir kez daha New York’tan Paris’e uçtu. Orası onun için yazının kalbiydi. Bir şey olacaksa orada olacaktı. Amerika-Vietnam savaşı devam etmekteyken, orada bir arkadaşı vesilesiyle Mary McCarthy ile tanıştı. Mary ondan Vietnamlı bir profesörün derlediği Vietnam şiiri antolojisini İngilizce’ye çevirmesini istedi, işi alınca bir anlamda yayın dünyasına da adım atmış oldu.

Elbette bu iş de onu bir süreliğine idare etmişti ama yine cebi delik olarak etrafta dolanmaktaydı. Paris’e geleli üç yıl olmuş ancak ne işe yarar bir metin yazabilmiş ne de  kalıcı bir iş edinebilmişti. Ansızın Madam X dediği eski bir tanıdığı; bu kadın oldukça zengin bir iş adamının karısıydı ona bir iş teklifinde bulundu. Aile, Hollywood dünyasının içinden kişilerdi. Bu kişiler yoluyla, önce senaryo özeti çıkarmaya sonra senaryoları İngilizceye çevirme işini alınca Hollywood’un büyülü dünyasına da adım atmış oldu. Zaten çocukluğundan beri sinema en büyük tutkularından biriydi. Fakat Madam X’le yaşadığı bir yazın koçluğu macerası hayal kırıklığıyla sonuçlanınca oradan da kapı dışarı edildi.

Burada geçireceği son iki yıl Ex Libris kataloglarında çalıştığı ve sevgilisiyle evleneceği yıllardır. Katalog işi ona harika dostluklar ve tecrübeler kazandırsa da mutlu olamaz. Karısıyla çeviriler yapmayı sürdürür. Bir oğulları olur. Klasik hikaye baş gösterir; evlilik ve çocuk sorunları onu New York’a dönmeye zorlar ancak orada da değişen bir şey olmaz.

“1977’nin sonunda kendimi kapana kısılmış gibi hissediyor, bir çıkış yolu bulamıyordum. Ömrümü parayı kendime dert edinmeme çabasıyla geçirmiştim; oysa şimdi paradan başka bir şey düşünemiyordum. Bir mucize olmasını, gökten piyango milyonları yağmasını, kısa zamanda köşe dönme projelerinin gerçekleşmesini düşlüyordum. Kibrit kutularının üstündeki reklamlar bile aklımı çeliyordu. ‘Bodrumunuzda solucan yetiştirerek para kazanın.’ Bodrumu olan bir evde oturduğum için, acaba tutar mı diye düşünmedim değil. Eskiden tutturduğum yolun sonu felakete varmıştı.” a.ge. Sayfa,121

Bundan sonra da felaketlerin ardı arkası kesilmedi, neredeyse dört yıl iş bulamadı karısından boşandı, sefil bir yaşamla boğuşup durdu. Ve bir gün babasının ölüm haberi geldi, bu hem felaketlerin en dibi hem de ışığın göründüğü ilk andı. Çünkü babasından ona kalan miras uzun süre çalışmasını gerektirmeyecek denli önemli bir meblağdı. Ve tuhaf bir şekilde zincir kırıldı, bahtı açıldı. Babasının bir arkadaşı yayınevi kuracağını söyledi. Dahası onun romanlarını basmak istiyordu… Yıl 1979’du

Bitti sanmayın macera henüz başlıyordu. Bildiğimiz anlamda ilk romanı ancak otuz sekiz yaşındayken, 1985 yılında yayımlandı, Camkent

 

 

 

Aysel Karaca

1 thoughts on “Paul Auster- Tutkunun Eşsiz Zarafeti/ Aysel Karaca

  1. BirsenYakar dedi ki:

    Çok güzel bir tanıtım olmuş Newyork Uclemesini okumustum ama bu bilgilendirmeden sonra tekrar okuma isteği yarattınız.Yazarin yaşamından kesitleri bilmek kitapta daha fazla detayı farketmemizi sağlayacak eminim . Başarılı çalışmalarınızın devamıni diliyorum

BirsenYakar için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir