MOZAİK

Geçenlerde Hanae’nin evinde sake içerken komşusu Adima ile tanıştım. Ne ilginç bir isim demiştim kendi kendime. Babası Alman’mış. Çekik yeşil gözleri, kumral saçları, yere doğru berrak bir damla gibi akan beyaz tenli vücudu, bildik Türk kadını görüntüsüne hiç uymuyor fakat Türk kanı fışkırıyor yüzünden. Tanışır tanışmaz evine davet etti. Alelade yapılan bir davet olmayınca misafirperverliğini, peynirli tatlıları iyi yaparım diyince becerikli olduğunu çözümleyiveriyorum ve davetini kabul ediyorum.

Hanae’ye gelince. İstanbul’un ‘gerçeğini’, tarihin buram buram koktuğu semtlerini gezmeye gittiğim bir zamanda Hanae’nin sıcak, mütevazı, sıra dışı evinde kalmıştım. O günden beri arkadaşız. Onun hakkında çok şey söyleyebilirim. Şimdi sadece çoğu Türk’ten daha iyi Türkçe konuşan mütevazı, orta yaşlarda – yani kırklarında fakat yirmilerde görünenlerden- bir Japon kadını demem yeterli.

 

Hanae, ben ve şimdi anlatacağım diğer birkaç kişi ile Adima’nın evinde, Cihangir’deyiz. Yüz yıllık hantal binalarla kurulmuş eski bir semttir burası. Dışarıdan bakınca oldukça sıradan ve basit görünen apartmanlar, içinde boğazı saklar. Büyüsü de buradan gelir.

Gelelim asıl konuya. İlk kez tanıklık edeceğim bir çay seremonisine katılmak için Adima’nın evindeyiz. Eve girer girmez, izleyeceğim şeyin heyecanına evin serkeş ve çekici havası da eklenince benim heyecanım ikiye katlandı. Sanki İstanbul’un gizemli kapısını aralıyorum. Çocukluğumda okuduğum kitaplar bu evi anlatıyordu. Buna eminim. Çocuk gibi meraklanmamın başka bir açıklamasını bulamıyorum. Daha kapıdan adımımı attığım anda beni baştan çıkaran bir enerji sardı ruhumu. Hepsi bir yana evin banyosunu görünce tamamen kendimi kaybediyorum. Boydan boya bir kitaplık var banyoda. Pırıl pırıl, tertemiz. Cam kapaklı dolapların içine havlu, sabun yerine kitap konulmuş. Banyonun içinde adeta bir kütüphane; bir daha düşününce tersini söylemem daha doğru olur, kütüphanenin ortasında banyo var. Kendimi durduramadığım merak duygusuyla boş kalan duvardaki devasa buz camlı pencereyi açarken karşıma çıkacak şeyin beni büyüleyeceğini biliyordum. Martı sesi dolduruyor içeriyi. Tüm boğaz önümde serili. Denizin tam ortasındayım. Tıpkı rüyalarımdaki o gerçeküstü yerdeyim sanki. Bir martının içeri girme olasılığı çok yüksek, pencereyi küçük aralıyorum. Klozete oturuyor kitaplığa uzanıyorum. Boğazın mükemmel görüntüsüne arada bakıyorum. Hayatım boyu kullanacağım bütün tuvalet anlarını şimdi burada kullanmak istiyorum. Saatlerce hatta günlerce banyoda kalabilirim. Almanların yemeğe ve içkiye düşkünlüklerinin nedenini şimdi anlıyorum. Burada çok zaman geçirebilmek için hepsi. Cilt cilt ansiklopediler, İkinci Dünya Savaşı Almanya’sı ile ilgili almanaklar, resimli büyük hamur kâğıda basılmış eski dergiler, her şey özenli bir şekilde dizilmiş.

Renkli kapakları olan kitaplar banyoya giden koridora yerleştirilmiş. Koridor canlı bir şölen yerine dönmüş. Yasunari Kavabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar’ın Almanca çevrilmiş ilk baskısı hemen gözüme çarpıyor. Bu kitabı ne çok aramıştım. Derken, alt rafta bir miğfer görüyorum. Aşina olduğum bir şey değil. Ama üzerindeki şekli hemen tanıyorum. Adima’nın bir Nazi subayının torunu olan kocasının bu konuyu konuşmaktan hiç hoşlanmadığını hatta nefret ettiğini geçen gece Hanae ‘nin sessizce bana fısıldadığını anımsıyorum.  İçimden fışkıran, miğfere dokunma dürtüsüyle parmağımı üzerinde gezdiriyorum. Ürpertici şekilde soğuk ve sert. Ama bir yandan da neden olduğunu tam kestiremediğim bir acıma duygusu hissediyorum. Hanae’ye gördüklerimi anlatmak için koşarak salona gidiyorum. Parmağını yavaşça ağzına götürüp benim ne gördüğümü, neden şaşkın olduğumu bilir bir ağırbaşlılıkla yanına oturmamı söylüyor.

 

Yere bağdaş kurarak oturuyoruz. Burada bulunmamızın asıl sebebini unutmuyorum elbette. Bir çay seremonisi olacak. Seremoniyi evdeki diğer misafirlerden biri, Rafael sunacak. Eve girdiğimden beri enerjisini hissediyorum, fakat hiç konuşmuyoruz. İri yarı, gösterişli, yakışıklı denecek kadar düzgün hatları olan hoş bir adam yere çöküp bizlere çay dolduracak. Görüntüsü ve yapacağı şeyin zıtlığı öyle ahenkli ki sadece bir bütün olmasına bile hayran kalıyorum. Nasıl becerdiyse uzun bacaklarını altına aldı. Sıra dışı görünüyor. Rafael, hayatını anlattıkça bütün ilgim ona yöneliyor. ‘Kendini tamamlama’ çabasına girmiş bir gezgin olduğunu anlamam kısa sürüyor. Eşinden ayrılıyor, avukatlığı bırakıyor ve Japonya’ya gidiyor. Bir geyşa okulunda çay seremonisi eğitimine katılıyor. Japonların zengin ve köklü kültürünü öğrenmek aylar sürüyor. Geldiği yerde etrafındaki insanlar, iş arkadaşları, anne babası, karısı, çocukları bu yaptığına bir anlam verememiş. Onun gerçek benliğini bulmak için her şeyden vazgeçmesine ürkerek ve biraz da gıpta ile bakıyorum. Olgun gözlerinde bir çocuğun katıksız merakı ve masumiyeti var.

“Bastırmak zorunda bırakıldığın cinsel tercihini özgürce yaşamak için çok şeyden vazgeçmen ne acı” diyor Adima.

Evdeki diğer misafirin onun erkek arkadaşı olduğunu o anda fark ediyorum. Daha önemlisi bunun evrensel bir sorun ya da bir trajedi olduğunu düşünmeden edemiyorum. Rafael’in yalnız olmadığını görmek nedense içimi rahatlatıyor. Onlara bakınca insanlığa dair olduğuna, sevgiye bir sınır konmaması gerektiğine çok güçlü, içten gelen masum bir inanış oluşuyor bende. Bunları düşünürken Rafael kızlarını çok özlediğini söylüyor. Buram buram babacanlık ve güven yayılıyor etrafa. Kendimi daha yakın hissediyorum. Babalık için cinsel tercihinin ne olduğunun bir önemi olmuyor belli ki. Duygularını ayrıştırabiliyor ve mükemmel bir dengede tutabiliyor. Uyuma hayran kalıyorum.

Kızlarımın büyümelerini göremedim, dediğinde nelerden vazgeçtiğini anlıyorum. Onunla daha çok vakit geçirmek istiyorum. Japonya’ya gitmiş olsaydım bile Meksikalı avukat ve gezgin bir ‘gey’in, gerçek bir geyşa okulunda öğrendiği çay seremonisini izleyemeyeceğimi biliyorum. Bir şey başarmış gibi gülümsüyorum kendi kendime.

Dört duvarı camdan salonda İran halısının üzerinde oturuyoruz. Bir İran halısı olduğunu, köşelerinde sembolik şekillendirilmiş farsça harflerin ne olduğunu sorduğumda Adima söylüyor. Rafael Japonya’daki gerçek çay seremonilerinde aslında tahtanın üzerinde ince yastıklarla oturulduğunu ve başka bir sürü şey anlatıyor. Hanae kafasıyla doğruluyor. Kimseden çıt çıkmıyor. Oranın büyüsünü bozmaya korkuyor nefes bile almamaya çalışıyorum.

Öyle meşgulüm ki, bulunduğum konumun farkına ancak varıyorum. Geniş pencerelerden dışarı bakınca Kız Kulesi’ni çırılçıplak görüyorum. Hemen karşımda fakat her nedense çok uzakta geliyor bana. Ben çok uzaktayım ve küçücüğüm. Müzik çalarda tek bir müzik aletinden bir melodi çalıyor. Bir anı geliyor aklıma birden. Rafael ve arkadaşı çocukluğumdaki mahallenin içeride kimlerin yaşadığının merak edildiği ecnebi evinin uçuk kaçık oğulları. Hanae bana en uzak oturan ve en yakın dostum. Alman disipliniyle büyütülen, entelektüel ve bir Türk köylüsü kadar mütevazı Adima’nın bunca mozaiğine karşın yetimliği en bildiğim ve yaşadığım duygum. Nazi subayı büyük babasından miras kalan, üzerine sinen suçluluk duygusuyla yaşayan koca benim insaflı, ürkek ve insancıl yanım. Ve bunların hepsinde ben. Bütünü oluşturduğumuz çok yapraklı çiçeğin ortasındayım. Bu enerji benim yarım kalmışlıklarımı tamamlıyor.

 Önümüzdeki minik kâselerin içinde birer lokum var. ‘bu Türk Lokumu’, diyor Rafael. Başka çaresi yokmuş gibi değil de en sevdiği tatlıyı seremoniye eklemenin hevesiyle söylüyor. İstanbul’da on iki tane çay seremonisine katılıp hepsinde Türk lokumu kullandığından söz ederken çok gururlanıyor. Bana, bize, bu ana benzemeye çalıştığını, burada olmayı sevdiğini düşünüyorum o anda.

İnce porselen fincanlara yeşil çay dolduruyor. Yosunu andıran bir koku yayılıyor etrafa. Omzuna koyduğu mor ipek mendil ile fincanların çevresini temizliyor, adeta okşuyor. Aheste aheste, hiç bir anı kaçırmadan, özümseyerek yapıyor her bir hareketi. Konuşmuyoruz ama her duyumuzla birbirimizle iletişimdeyiz. Hanae’ye bakıyorum. O ne yaparsa ben de yapıyorum. Bacaklarımızın üzerinde eğilerek alıyoruz fincanı.

“ İçmeli miyim, bekleyeyim mi?”

‘Onur konuğusun, ilk önce sen başlamalısın.’ diyor. Çay seremonisinde sıranın önemi büyük; benden sonra Hanae, Adima ve kocası, Rafael’ in erkek arkadaşı  ve en son Rafael. Çayın ekşimsi, acımsı tadı hiç bitmeyecekmiş gibi ağzıma yayılıyor. Yüzümde buyurgan bir ifade beliriyor.

 ‘Ruhunuzda kalan acıları yok edecek. Bunu bilerek içmenizi istiyorum…’

Rafael kendi halleriyle o kadar ilgili ki, yolculuğunu yaparken yanındaki insanları sağalttığının ve kendi yolculuklarına çıkmalarını sağladığının farkında değil. Bacaklarının üstüne naif bir kibarlıkla oturuşundan, dünyanın tüm nimetlerine ilahi bir güçle saygılı oluşundan, merakını gideriş biçimlerinden bu kibre sahip olmadığını görebiliyorum. Bir süre daha yerde oturmaya devam ediyoruz. Bacaklarımın uyuştuğunu artık hissetmeye başladım. Bu tıpkı, sabahları uyandığımda kolumun uyuştuğunu fark edip, yine de o şekilde kalmayı istemek ama kalkmak zorunda olduğumu bilmek gibi. Ben kalkıp o masalsı banyoya bir daha girmek istiyorum.

O anda göz göze geliyoruz.

‘Seremoni tamamlandı’ diyor ve içime akan sıcacıkla ilk kez bana gülümsüyor. İşte o an, mozaiğinin içinde ben de olduğumu anlıyorum.

Özlem Y. Uçak

2 thoughts on “MOZAİK / Özlem Y. Uçak

  1. Birsen Karaloğlu dedi ki:

    Dünyanın dört bir yanından insanlar bir çay sofrasında bir arada. Farklı kültürlere saygının önemi, bu saygının yeni ufuklar açacağı, yeni bilgilerin anlayışı geliştireceği ve buradan hoşgörüye ulaşılacağı çok güzel anlatılmış. Kutluyorum.

    1. Özlem Y. Uçak dedi ki:

      Birsen Hanım güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Kültürlere ve yaşamlara saygı duymak iyi bir başlangıç. Böylece ufkumuz açılacaktır. Sevgiyle selamlarım.

Birsen Karaloğlu için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir