​Lars Von Trier : Bir film izledim hayatım değişti ! Dogville… Manderlay

​”Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” isimli romanı. Bir roman için büyüleyici ve hoş başlangıç olan bu cümleyi bir film için bir gün kullanacağımı hiç düşünmemiştim. Bir film seyrettim ve  hayatım değişti. Dogville’den söz ediyorum. Hani yönetmeni Lars Von Trier olan. Bu film, yaşamımı Dogville’den  önce ve Dogville’den sonra ikiye ayıracak kadar etkiledi.

Lars Von Trier filminin bir seyirci tarafından böyle değerlendirileceğini tatmin eder miydi? Bunu bilemem ancak bütün sanat dalları gibi sinema da seyirciyle buluştuktan sonra tamamlanmıyor mu? Dali, Mae West’in yüzünü kullanarak bir tiyatro sahnesi resmettiğinde, “resimlerim izleyiciler tarafından tamamlandığında tablom bitmiş demektir,” diyordu.

Dogville iz bırakan bir film ve Trier iz bırakan bir yönetmen. O bir Danimarkalı ve 1956 doğumlu. Protest bir kişiliği var, sık sık depresyona girdiği gibi, uçak korkusu yüzünden Danimarka’dan çok da uzaklaşamayan, yalan söyleme fobisi olduğundan hiçbir şekilde yalan söyleyemeyen çok ilginç bir insan. 1995 yılında Danimarkalı yönetmen arkadaşı Thomas Vinterberg ile Dogma akımını yarattılar. (Bu akımı yine kendileri 2005 de feshettiler,  artık olmasa bile güzel işler yaptılar.) Bugüne kadar sinemanın kendilerine verdiği bilgileri yok edip, seyirci ile oyuncu arasına konacak bütün teknolojik araçları kaldırıp, doğal ve sade olarak, kendiliğinden film çekme projesini hayata geçirdiler. Sinemaya kendi kurallarını koydular ve bu kurallar bütününe “Dogma 95 Manifestosu” adını verdiler.(Özel ışık, efekt yok, optik numaralar filtreler yasak, gelişi güzel aksiyon yok, kamera mutlaka  el kamerası olmalıydı, zamansal ve coğrafi yabancılaştırmalar yok). Böylelikle, omuzlarına kamerayı alıp yola koyuldular. Daha doğrusu Trier yola koyulamadı. O Danimarka civarında kaldı. Filmlerini Danimarka’da çekti. Amerika ve Amerikan sinemasına gönderme yaparak, “Amerika filmlerini hikayelerin geçtiği yerlerde mi çekiyor, Casablanca filmi Fas’ta mı çekilmiş?” diyordu. O, omuzunda kamera, çok az bir bütçe ile bütün görsel sinema tekniklerini bir kenara koyarak, sadece tebeşirle çizilmiş dekorsuz bir tiyatro sahnesinde, seyirciyi üç saat koltukta soluksuz bırakan bir film yaptı. Filmin son yirmi dakikasında Grace’in babasıyla konuşması insan doğası, güç ve insan içi dengelerle ilgili insanın yüzüne çarpan yüzleşmeler içerir.

​Trier’le ilk tanışmam “Dalgaları Aşmak” ( 1996) filmi ile olmuştu. Trier, bu filmi dogma manifestosundan önce çekti. Zola’nın romanından uyarlanan “Germinal” filmindeki tadı anımsatan, insanı acıtan toplumsallık, öte yandan sevdiğine zarar verecek kadar gerçeküstü tutkulu, acılı bir aşk… Aslında Trier’in ilerde Dogville ( 2003 ) ve Manderlay’de (2005) şeyleri yapacağının belirtileri Dalgaları Aşmak‘ta var mıydı? O zamandan anlaşılabilir miydi sonradan yapacakları? Yoksa Fellini’nin  dediği gibi O da aslında tüm hayatı boyunca tek bir film mi çekecekti? Galiba Trier’in beni etkileyen yanını keşfetmiş bulunuyorum: O’nun Danimarka’dan hiç çıkmadan  omuzunda kamerası ile Amerikan sistemine Don Kişot gibi cesurca ve meydan okuyarak saldırmasını sevdim sanırım. Trier sistemlere saldırıyor. Küresel dünyaya, insanlığın bugüne nasıl geldiğine, gelirken ne yanlışlar yaptığına saldırıyor. Bu saldırıları yaparken yargılamıyor. İnsanı ve durumunu ortaya koyuyor. İnsanın kendi doğası ile de yüzleşmesini sağlıyor. Sadece soruları var. Sorularını bizim gözümüzün önünde sorguluyor. Topluma ve kendi içine bakarken bizi şahit tutuyor. Trier, sorularına yanıt bulduğunda biz bunu anlayacağız. Sanki kendi içiyle konuşuyor, insanlık tarihi, kapitalist sistem ve uluslararası tröstlerin yönettiği Amerika ile derdi var. İnsanlık ile de derdi var. Bir taraftan sistemle uğraşırken, bir taraftan da insan doğasını didikliyor. İnsanların, “Sineklerin Tanrısı” kitabında ya da filminde olduğu  gibi doğalarında var olan ve daha sonra geliştirilen  şiddeti ve kötülüğü gözlemlemeye çalışıyor.

 

Nikomakhos'A Etik-Aristoteles Kitabı ve Fiyatı - HepsiburadaManderley, Dogville, Washington üçlemesinin aynı kahramanı olacak olan Grace, Dogville filminde mafya  lideri olan babasının kötülüğünden ve güç uygulamasından kaçıp pür,  iyi bir insan olmak uğruna yollara düşerken, Dogville adlı bir dağ kasabasına geliyor. Oldukça küçük ve diğer yerleşim yerlerine uzak olması nedeni ile nerdeyse kendi içinde   kapalı bir ortamda  yaşayan insanların arasına geliyor ve  bu minicik kasabada yaşamaya başlıyor.    Bu kasabada hiç kimseye bir kez bile kötülük yapmayacağı düşüncesi ile  gerçek bir iyilik meleği  olarak dolaşırken bir  zaman geliyor ki insanların başlangıçta normal olan dengelerini bozuluyor. İlk başta insanlar, bu yeni gelen kim olduğu bilinmeyen güzel genç kadına karşı yabancı duruyorlar. Ancak kısa bir süre sonra mükemmel iyiliği, çalışkanlığı ve sonsuz sabrı ile insanları etkileyerek herkesin sevgilisi oluyor. Ancak bu kadar iyi olmak, iyilik konusunda sınırı olmamak, yapılan kötülüklerin karşılığını vermemek aslında doğru mudur? Ya da  ne kadar doğrudur? Güç uygulamayacağım diye sınırı bilememek, sonsuz bir hoşgörü içinde olmak, Aristo’nun savunduğu, bütün eylemleri, haz ve acı arasında gidip gelen insanın yapısını nasıl etkileyecektir? – Aristo, Nikomakhos’a Etik‘te bile insanın ancak  acı duvarlarına ( duvarları ben ekledim o öyle demiyordu ) ve haz duvarlarına çarpa çarpa mutlu ve doyumlu olacağını söylemiyor muydu? Eğer bu duvarlardan birini kaldırırsanız ya her istediğini yapmak ya da hiçbir istediğinin olmaması durumunda birincisi kişiyi  doyumsuz, ikincisi psikopat yapmaz mıydı?.. İnsan yavrusunun- olgun insan ise hiçbir sınırı ve cezası olmayan sürekli ve  sınırsız iyi davranış karşısında nasıl bir tavır alacaktır? Elbette ki, sınırı olmayan iyilik ve güç uygulamayacağım diye dur denmeyen böyle bir  tavır toplumu çıldırtacaktır. Nasıl ki, bir çocuk büyürken sınırsız bir hoşgörü karşısında iyi ile kötü arasındaki dengeyi bulamasa, acıyı öğrenmeden, engeller olmadan, kısıtlılıklar olmadan, dengeli bir yaşam kuramazsa, Grace kendi halinde dengesi olan toplumu, dengesiz ve çıldırmış bir toplum haline getirir. Trier Amerikan toplumunun bugüne gelmesinin nedenlerini ararken, insanın doğasını irdeler ve ikili ilişkilerde bile doğru mesaj ve dur demeyen bir davranışın, sağlıklı olabilecek insanların bile sağlıksız hale getirebileceğini gösterir. Bir toplumun yapısından insanın kendine bakmasını ve yanlışları görmesini, kıvrak bir zeka ile anlatır.

 

​Grace’in mafya lideri babası, “Ben güç uyguladığım için benden kaçmıştın. Ancak sen koşullar ne olursa olsun, sınırsız iyi ve sabırlı davranarak insanlara karşı kibirli olmuyor muydun? Bu insanlara karşı güç uygulamak değil miydi?” diye sorar. Sınırsız iyiliğin de sınırsız kötülükle aynı eşitlikte olduğunu belirtir. Filmin en can alıcı noktası burasıdır. Bu çok yüksek bir yerden denize atlandığında suyun beton etkisi yapmasıyla aynı şeydir. Yumuşacık su beton etkisi yapar. Grace babasıyla yaptığı konuşmadan sonra, Dogville‘de kendisine yapılanların cezası verilmezse bunun diğer kasabalarda olumsuz bir örnek olabileceği üzerine, yaşamının en şiddetli kararını verir. Bu kez, bir uçtan başka bir uca, pür iyilikten, pür kötülüğe geçerek, ilk cinayeti işler. Bu Manderlay’de de devam edecektir.

​Manderlay’de Grace mafya babası ile maden yataklarını kontrol etmeye giderken, bu kez 1932 yılında yolu Alabama’ya düşer. Irkçılığın yetmiş yıl önce kalkmasına karşın, aynı şiddette ve beter bir şekilde uygulandığı bu yerde, babasına veda ederek köleliğe ve ırkçılığa karşı mücadele verecek, bu kez pür bir iyilikle değil, ama yine de aşırı bir hümanizmayla kölelerin yaşamını kurcalayacaktır. Grace, sizi biz köle yaptık ve bu bizim suçumuzdu diyerek beyazları suçlayıp kölelere özgürlüklerini vererek yepyeni, hümanist, özgür ve ırkçı olmayan bir toplum yaratma gayreti içerisine girer. Grace o güne kadar sadece üretim sistemindeki bandın bir parçasındaymış gibi görev yapan kölelerin, işletmenin tamamını nasıl yönetecekleri konusundaki bilgisizliklerinden habersizdir. Özgürlük ise hiç bilmedikleri bir kavramdır. Grace kölelikten kurtardığı insanlara modern bir isim koyar. Onlara işçi der. İşçilerin mahsulü ortada bırakmaları, sabah kaçta uyanacaklarını bile bilmemeleri, (zira köle iken saat altıda kalkarlardı) evlerini bile onarmaktan kaçıp hiçbir iş yapmamaları, Grace’i  epeyce bir  zor durumda bırakır. Yeni ve özgür bir düzen için onlara öğretmenlik yapmaya başlar. Babası Grace ile aynı fikirde değildir. Onun altı yaşındayken “Tweety” adlı kuşunu özgür bıraktığı için sokakta donarak ölmesini anımsatır. Kölelerinde başaramayacaklarını ve kuşun akıbetine döneceğini iddia eder. Grace başarmak ister. Ancak toplum Grace’in demokrasi anlayışı  ile paralel davranmayacaktır. Grace ve köleler ellerinden geleni yapsalar bile aksaklıklar Grace’in peşini bırakmayacaktır ve Grace kusursuz iyi insan olmak için ne yaparsa yapsın Dogville’den sonra ikinci cinayetini işleyecektir. Açlık nedeniyle, hasta bebeğinin  yiyemediği yemeği yiyen yaşlı kadını toplumun kararı ile öldürmek yine en hümanist insan Grace’in yapacağı bir iş olacaktır. Grace’in bütün çabalarına karşın işlerin yolunda gitmemesi üzerine gururlu köle Timothy’nin “Bizi sen yarattın!” diye suçlaması resim yapan bir zenci gence sehpa hediye etmek  isterken, çocuğu tanıyamayıp onun yerine başka birine sehpayı hediye etmesi bu beyaz kadının zencilerle arasındaki uçurumunu daha da derinleştirecektir. Grace Manderlay’de zor zamanlar geçirmektedir. İşler biraz düzelmeye başlamıştır. Ancak hesapta olmayan bir cinsellik deneyimi yaşadığı zenci köle Timothy’nin toplumun parasını simsara kaptırması sonucunda yeniden hayal kırıklığına uğrayacaktır. Köleler bütün idealizmine rağmen Grace’in kendilerine güç kullandığını iddia ederek Grace’i esir alacaklardır. İşler tekrar karışacak köleler “Sen bizi ne sanıyorsun biz bir merdiven bulup kaçamayacak  kadar aptal mıydık!” derler. Bu Grace’in yaptıkları ve düşündükleri için gerçek bir hayal kırıklığıdır ve eline kırbacı alıp filmin başladığı yere geri döner. Timothy’nin kırbaçlanmasına karşı çıkarak başladığı öyküsünde tekrar başa dönmüştür. Film çılgıncasına Timothy’yi kırbaçlayan bir Grace’le biter. Dogville ise sevgilisinin başına kurşun sıkmasıyla bitmişti. Babası ise kızının artık başardığını düşünmektedir.

Bu üçlemede, zaman Trier için önemlidir ve sanki gücün sembollerinden biri gibi kullanılır. Dali’nin resimlerinde tek hücreli amiplere benzeyen dallara asılmış saatler, Trier’de güç unsuru olarak kullanılmıştır. Trier’in iki filminde de dakikalar çok önemli ve üstüne basarak vurgulanır. Mafya babanın geliş ve gidişlerinin ve konuşmalarının dakikalarla ölçülmesi gücün bir parçası olarak düşünülmüştür. Aynı şekilde Amerika, her güç uyguladığında ülkelere sürelerden söz etmez mi?

​Ayrıca iki filmde de ihanetin en büyüğünü yapan ve cezaların en çoğunu alan kişiler, Grace ile özel ilişki kuran erkeklerdir. İhanet, en yakından ve cinselliğin de yaşadığı yerden gelir. İnsanın aklına, acaba devam edecek Washington üçlemesinde ihanet Amerika başkanından mı gelecek ve Grace onu nasıl cezalandıracak diye geliyor.

Trier’in üçlemesi olan Dogville, Manderlay ve yeni çevrilecek olan Washington filminin komedi tarzında olacağı bilinmektedir. Bu filmde Grace ve babasının muhtemelen Amerikan devletinin yönetiminde neler yapacağını göreceğiz, sanırım bu üçleme artık Grace’in gücünün en son hallerini en hümanist insan olarak kullanmaya devam edeceği biçimde gerçekleşecek Manderlay “Amerika şaşkın değildi ama siyahları kabul etmeye hazır değildi,” diye biter. Ayrıca, filmin sonunda “Amerika sabırsızca elini açmıştı ama yardım elini alamazsanız kendinizi suçlamalısınız,” ifadesi bulunmaktadır.

 

​ Trier emperyalist sisteme Danimarka’dan cesurca saldırırken bire bir insana dair özel mesajlarda vermektedir. İnsanın vahşi doğasının, pür insanlık ve pür  topluma uygulanamayacağını, özgürlüğün başka birilerine verilemeyeceğini anlamaya yardım eder. Emperyalizm sadece güç nedeniyle mi olmaktadır? İnsanın doğası bunları buralara kadar getirmiyor mu? İnsanı doğası ile acımasızca yüzleştirmesi Trier’i en önemli ve cesur kılan yanıdır. Trier insanlığın değişeceğinden emin mi bilmiyorum ama bence dünya elbette evrim geçirecek. Ancak her şey düzelecek mi? İçimizde doğamızdan gelen genetik yapı değilecek mi? Kendi adıma ben kuşku duyuyorum.

Ben şöyle bir film senaryosu hayal ediyorum: İnsanlık milyonlarca yıl sonra çok mükemmel bir toplum olmuştur. Herkesin mutlak iyi olduğu, hakların yenmediği, her şeyin birlikte paylaşıldığı, olumsuz hiçbir çıkar ilişkisinin yaşanmadığı bir toplum… Finalde ise deniz kıyısında oynayan üç erkek çocuk görüyorum. Çocuklardan ikisi bir olur, diğer çocuğu kandırıp elindeki çakıl taşlarını alırlar.

İşte, bu virüs toplumun ve geleceğin tekrar şimdiye dönüşmesinin ilk başlangıcı olacaktır. Yani virüs, içimizde, doğamızda var sanıyorum. Belki insanlık buna da bir çözüm bulacaktır…

Pin on Film Directors

Trier’in bana bıraktığı iz hayatımın değişmesiydi…Biz daima erdemli bir insan olmak, iyi ve dürüst birer insan olmaya odaklandırıldık. Sürekli iyi olmak üzere koşullandırıldık. Ancak sürekli iyi olmanın hiç doğru olmadığını bilemedik. Bazı insanlara karşı tavır almak gerektiğini ve doğru olmayan davranışlarının mesajlarını anlayacakları şekilde onlar anlayıncaya kadar mesajlara devam etmek gerektiğini yoksa cezalandırılacaklarını ifade edemedik. Böyle davranmanın, karşıdakine bir güç uygulamak olduğunu öğrendiğimden beri hayatım değişti daha sağlıklı ve daha güçlü iletişimler kurmaya başladım. Sanat insanda istendik davranış değişikleri yaptığı durumda amacına ulaşmış olmuyor mu? Sinema bu anlamda muhteşem bir araç sinema iyi ki var Trier gibi yönetmenler ve sinema tarihinin getirdiği bütün ünlü yönetmenler  iyi ki var…

 

​Trier’in üçlemesinin üçüncüsü Washington hala çekilmedi açıkçası ben hala merakla bekliyorum kaç film geldi geçti üçlemenin üçüncüsü gelmedi…Tarkovski nin bir sözü ile bekliyorum “Umut ve Güvenle “

Sevgilerimle

Dr. Alev Turanlı

alevturanli@gmail.com

 

 

 

 

 

 

2 thoughts on “Lars von Trier : Bir film izledim hayatım değişti ! Dogville… Manderlay/ Alev Turanlı

  1. Birsen Karaloglu dedi ki:

    Sevgili Alev Hanım merhaba.

    Yazınızı ilgiyle okudum. Yönetmenin ne yapmak istediğini, neyi göstermek istediğini sizin aydınlatıcı yorumunuzla anlamış oldum. Filmleri bulup izleme zamanı.

    Filmi izledikten sonra çevrenizle kurduğunuz iletişimi gözden geçirmeyi ve yeni bir bakış açısıyla davranmaya başlamanız nedeniyle sizi kutlarım. Bunu başarmış olmanızı takdirle karşılıyorum. Darısı başıma.

    Yönetmenin tartışmaya açtığı, sizin de çok samimi bir yorumla katkıda bulunduğunuz “sonsuz iyilik” kavramı çok önemli. Ben de hastalıklı sonuçlara yol açacağına inanıyorum.

    Sonsuz iyi davranırken, aslında karşındakine güç uyguluyor olmak çok dikkat çekici ve önemli bir saptama. Bugüne kadar üzerinde hiç düşünmemiştim.

    Bu önemli yönetmenin ve filmlerinin tanıtan şahane anlatımınız, değerli yorumunuz ve gündeme taşıdığınzı “sonsuz iyilik” kavramı değerlendirmesi için size çok teşekkür ediyorum ve sevgiyle selamlıyorum.

  2. Değerli Alev Hanım,
    Panzehiredergiye çok hoşgeldiniz. Yazınız sinema-edebiyatına, insanın yaşamdaki anlam arayışına büyük katkı sağlıyor. Filmlerden Dogvilli izlemiştim. Bütün bilindik kuralları dış cephe özellikleriyle yıkan, izlerken filme kendinizi ilk anda sokmakta zorlandığımı anımsadığım daha sonra çok hoş ve yalın/ doğru bulduğum neden olmasın dedirten bi film olarak belleğimde iz bırakmıştı film. Dünya sinemasıyla kıyaslandığında bir ilk gibi gelmişti, hala o saf, bozulmamış insan yapısı işlenirken kendimi tamamlanmış hissetmeye başlamıştım. Benim kendi anlam arayışlarıma çok yakındı oradaki kadın. Ama filmin sonunda galip gelen kötülük yine iyiliği yenmişti. İşte o dakika beni büyük hayal kırıklığına uğratmıştı. Mutlu sonlar değil aradıklarımız elbette bir filmde ancak yine emperyal güçlerin iyilik kazanmaz, iyiler kötü olmak zorunda kalır, başka seçenek yoktur, öyle ki bu nedenle insan katil bile olmalıdır, mesajı yoğunlaşmaya başladığında ben yine büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. Diğer filmlerini de izleyeceğim … Polyanna iyilikçisi olmaktan söz etmiyorum tabii ama kötülüğün sınırlarını rahatlıkla atlayabiliriz de mesajını veren hiçbir şeyi de sevmiyorum. İnsanın doğru anlam arayışı sürecek görünen o ki. Yönetmen ve filmleri yeniden bize sunuşunuz yeni düşünme yolları açtı. İnsan kendine en uygun dozu yakalar. kötülük zarar veremez durumda kalır umuduyla, kaleminize sağlık…

Birsen Karaloglu için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir