Diablo’nun Günlüğü

 Telefonun sesine yattığım yerden ok gibi fırladım. Günlerdir sayısız insan aradı, hiçbirini cevaplamadım. Birçoğu beni gerçekten seven ve bu zor günlerimde yanımda olmak isteyenlerdi. Ama bazıları da sadece beni mutsuz görmekten zevk alacak, yaşadığımız bu inanılmaz süreci rakı sofrasına meze yapacak tiplerdi. Telefonu açmadan, kanepenin üzerine bırakıp mutfağa gittim.

Kendime gelmek için bir fincan kahve alıp camın önüne geçtiğimde gördüm O’nu; kalaycı kadını. Bizim evin bulunduğu köşenin tam karşısına kurmuşlardı tezgahlarını. Muhtemelen kocası olan adam, ateşi yakmaya çalışırken telaş içinde uçuşan dumanların arasında zor görünüyordu. Bunca dumanın ortasında sigara içmeye çalışması güldürdü beni. Rüzgar, arada bir dumanları alıp götürüyordu kadının suratından. İşte öyle bir anda fark ettim, dikkatle beni izlediğini. Serin bir rüzgar girdi sanki içeri. Ensemden içime süzülüp, bütün ruhumu titretti. Tüylerim ürperdi. Huzursuzca kıpırdandım olduğum yerde, ne yapayım, nereye gideyim bilemedim. Birkaç kez perdeyi kapatmak istedim, yapamadım. Hala bakıyordu. Hem de içimdeki her şeyi görür gibiydi. Bilmiyorum öylece ne kadar kaldık.

Eve doğru bir hamle yaptı. Bir yandan kaç gündür yıkanmadığı belirsiz orlon önlüğünü düzeltiyor, bir yandan da sağa sola bakıp yolun karşısına geçmeye çalışıyordu. Huzursuzluğum iyice arttı. ‘Bize mi geliyordu bu? Yok canım, neden gelsin ki. Belki de sadece  para isteyip gidecek.’ Perdeyi kapatıp yere çömeldim. Korkuya kapılmış bir çocuk gibi küçücük oluverdim. Sanki pencereye kadar gelip beni burada bulacak ve evden çekip çıkaracakmış gibi…

Ben bunları düşünüp kendi korkularımda kaybolurken, bahçe kapısının paslı, gıcırtılı sesini işittim. Daha da küçüldüm. Bakımsız bahçede, yerinden oynamış karo taşlara basışını, kuru yaprakların çıtırtısını duyabiliyordum. Şimdi merdivenlerde olmalıydı. Ben, adım adım mermer basamakları sayarken, ne kadar yaklaştığını hesaplıyordum ki, ilerlemedi… Sanki zaman durdu, sesler kesildi ve bir şey onun bana ulaşmasını engelledi. Vazgeçmiştir diye düşünüp, dizlerimin üzerinde doğruldum ve camın kenarından onlara baktım. Ama sokağın karşısında yoktu. Dumanlarla savaşını kazanan adam, kor alevin yanında, tek başına, kim bilir bugün kaçıncı sigarasını tüttürüyordu.

Buradan kapıyı göremiyordum. En sonunda merakıma yenik düştüm ve kapıya doğru yürüdüm. Sanki içeriden geldiğimi hissetmiş gibi, aynı anda O da, merdivenleri çıkıp zile bastı. Şimdi aramızda sadece, iki kanatlı ahşap bir kapı vardı. Altı bölmeden oluşan bu oymalı masif kapının en üst iki bölümü vitraydı ve renkli çiçek figürlerinin arasından silüetini görebiliyordum. Dikkatli bakışları, kendinden emin duruşu beni çok ürkütüyordu. O da biliyordu benim kapının diğer tarafında olduğumu ve hiç ısrar etmeden geçiş iznini bekliyordu.

‘Sana zorla bir şey yaptıracak değilim. Kapıyı açmak istemiyorsan seni anlarım. Ama bil ki sana yardım edebilirim’ diyordu sanki bu sessizliği. Biliyorum çok saçma ama, işte tam da bu sözler yankılanıyordu beynimin derinliklerinde şimdi. ‘Bana nasıl yardım edebilirsin ki?’ diye sordum içimdeki sese. ‘Kafandaki onca soruyu cevaplamana yardım edebilirim’ dedi. Kararımı bekler gibi, sabırla duruyordu bulunduğu mermer sahanlıkta. ‘Mümkün değil, bütün cevaplar Ekrem ile birlikte yok oldu gitti. Cevapları bir daha asla bulamayacağım.’ Yardım etmeye ısrar edercesine bir kez daha çaldı zili. ‘Hiçbir sözcüğün evrende kaybolmadığı gibi, hiçbir cevap da sorusundan fazla uzaklaşamaz. Hadi, izin ver sana yardım edeyim.’

Derin bir nefes alıp açtım kapıyı ve ömrümde görmediğim kadar siyah gözlerle karşı karşıya kaldım. Az önceki serin esintinin bir eşiyle ürperdim. Hırkama sarılıp ‘ne istiyorsun?’ der gibi baktım o derin karanlığa.

– Güzel ablam kalaylanacak bir şeyciklerin var mı?

‘Ne yani? Bu muydu bütün söyleyeceğin? Hani sorularımın cevapları, neredeler? Aptal Leyla, kimden medet umuyorsun. Kadın sıradan bir kalaycı işte. Ne demesini bekliyorsun?’ Yüzümdeki alaborayı fark etmiş olmalıydı ki, bir adım geri çekildi. ‘Biliyorum aslında var. Bu evden,  hatta hayatından bir çok şeyin üzerini kapatıp yok etmek istiyorsun. Belki de her şeyi kalaylatıp eski parlak günlerine dönüştürmek.’ Haklıydı aslında istediğim tam da buydu. Her şeyi örtmek, kapatıp kaldırmak, olmamış kabul etmek, boyayıp yenilemek ya da kalaylayıp parlatmak. Adına ne dersen.  Ya ben aklımı oynatıyordum ya da bu kadınla zihinlerimiz arasında çok özel bir bağ kurulmuştu.

– Bekle! dedim ve kapıyı kapatmadan içeri döndüm. Bir yandan şaşkınca evin içinde dolanıp kalaylanacak bakır bir şey arıyordum, bir yandan da kapıyı gözlüyor, kadının hareketlerine kulak veriyordum. Kıpırtısız bekliyordu beni. Sanki o da, kulağını arkamdan içeri yollamış gibiydi. Bizimki çok eski bir ev olmasına rağmen, annemle babamın ölüp, evi bize bıraktıkları dönemde bu gibi eski eşyaları hayatımızdan çıkartmıştık. ‘Ama hatıra için bir iki parça olmalıydı’ diye düşündüm. ‘İşte burada. Ekrem’in çiçeğin altına saksı yaptığı bakır bakraç.’ Hızla plastik saksıyı içinden alıp kapıya doğru yöneldim. ‘Zavallı çiçek, nasılda kurumuş, yok olmaya yüz tutmuş.’ Tek kelime etmeden uzatıyorum kadına bakracı. Sessizce alıp dönüyor. Tam kapıyı kapatacakken durup bakıyor arkaya. Ne diyeceğini heyecanla bekleyen bir çocuk gibi bakıyorum gözlerindeki derin siyahlığa.

-Yarım saate getiririm.

‘Bende yine hayal kırıklığı’

‘İşte yine aynı hüsran. İşini yapmaya çalışan bir kadın sadece. Bense kafamdaki deli yankılardan hikayeler yazıp oynayan bir ahmak.’

-Şey…

-Ne? Ne oldu?

‘Evet evet… Anca cesaretini topladı. Şimdi söyleyecek beynimin içinde çevirdiği girdaptan beni nasıl kurtaracağını’

-Ablam be, kocanın eskileri varsa verir misin bizim herife giysin. Bi şeyciği kalmamıştır üstünde. Hadi be ablam vardır sizde.

Hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim bir şey istemişti benden. Ekrem öleli neredeyse bir ay olacaktı ama ben eşyalarını vermeyi hiç düşünmemiştim. O an hissettiklerim, pek de altından kalkabileceğim şeyler olmamasına rağmen ve benden hiç de beklenmeyecek bir hızda (ilk defa)  karar verip;

-Bekle! dedim.

O kapıda beklerken, bu sefer hiçbir huzursuzluk hissetmeden, hatta içimde garip bir hafiflikle yukarı çıktım ve Ekrem’in dolabını açıp, elime ne geçtiyse odada bulduğum torbaya doldurmaya başladım. Koyduğum her parça, hayatımdan bir şeyler alıp götürüyordu sanki. Kimi kavgaları, kimi mutlulukları, kimi korkuları aldı benden. ‘Belki de kapıya gelen kadının asıl misyonu buydu’ diye geçirdim içimden. Aslında bir nebze olsun hafifletmişti sıkıntılarımı. Bir şeylerden uzaklaşabilmeyi, çıkarıp atabilmeyi öğretmişti. İçi dolu bir torba ile indim aşağıya ve tek kelime etmeden uzattım kadına. Benden geçmişimi alıp giderken, önce yüzündeki gülümsemeyi fark ettim; sonra Ekrem’in ne kadar da az eşyasının olduğunu.

Gerçekten de giyime fazla önem vermezdi Ekrem. Giydikleri hep aynı renkler, aynı şeylerdi ya da bunlar sadece benimle olan hayatına düşenlerdi? Kim bilir. Ekrem’in hayatımdan çıkış şekli, onun bana olan sevgisini, ilgisini, sadakatini kısaca her şeyini sorgulamama sebep oldu. Ondan sonra geçmiş, koca bir yalana dönüştü benim için ya da muammaya…

Kadın bahçedeki kuru dallara etekleri takıla takıla ilerlerken, ben de Ekrem’in kıyafetlerini O adamın üzerinde hayal ettim. İnsanlar sevdiklerini kaybedince, onlardan geriye kalan bazı şeyler başkalarında yaşasın ister. Ben ister miydim, bilemedim. Galiba sadece, hayatımdan çıkıp gitmelerini istediğim için verdim.

Tekrar, pencerenin başına geçip onları seyrettim. Kadının neşe ile torbayı adama verişi, adamın torbadan çıkardığı her parçadan sonra kafasını kaldırıp minnettarca bana bakışı hoşuma gitti. Kadın bu arada bakracı kalaylamaya girişmişti. Adam da bayram sevinci yaşayan bir çocuk gibi yeni gardırobunu incelerken, birden her ikisinin de durup Ekrem’in siyah gömleğine baktığını fark ettim. Sonra ikisi de aynı anda, penceredeki omuzları düşmüş kadın siluetine döndü. İkisinin de yüzünden aynı karanlık gölge geçti. Yüzlerindeki mutluluk, keder, kaygı ve sanki bir nebze omuzlarında yüke dönüştü. Acıyarak baktılar bana ve o anda yıkıldı etrafımdaki ahşap duvarlar. Çırılçıplak kaldım, kurumuş, sararmış çorak alanda. Öylece bakakaldık birbirimize.

Bu durağanlığı bozan yine kadın oldu. Bakracı ve siyah gömleği alıp bana doğru yürümeye başladı. Bu sefer hiç bakmadı sağa sola. Sanki gözlerini benden ayırırsa kaçıp gidecekmişim gibi, göz hapsinde hissettim kendimi. Geldi, geldi önümde durdu. Bambaşka bir insandı sanki. Ne gözlerindeki siyahın derinliğini ne de sesindeki neşeyi ve rengi göremedim. Son derece kendinden emin bir sesle:

– Bu gömlek de, bu bakraç da kana bulanmış. Kanın değdiği bakır, kalay tutmaz bizde. Ötekiler için sağ ol, dedi ve gömlekle bakracı merdivenlere bırakıp döndü gitti.

Hiçbir şey diyemedim. Öylece bakakaldım arkasından. Kapıyı kapatırken, bütün bunların bir rüya olduğunu, pencereye döndüğümde onların karşı kaldırımda olmayacaklarını düşündüm. Ama yanıldım. Her ikisi de bütün gerçekliğiyle karşımdaydı. Eski neşelerinden eser kalmamıştı. Aynı acıyan gözlerle, sönmüş ateşin cılız dumanı arkasından bana bakıyorlardı. İlk hareket eden adam oldu ve umudunu yitirmişçesine, tezgâhı toparlamaya başladı. Kadının yüzünde ise, biraz acımayla karışık merhamet, biraz da vicdan azabı vardı. Adam, kadına “hadi toplanalım artık” dedi. Kadın da, “O’nu böylece bırakamayız, yapamayız” dedi. Pür dikkat kesildim onları dinliyordum yüreğimin derinliklerinde. “Bu mesele bizi çok aşar, hadi gidelim” diyordu adam. “Ne? Hangi mesele?” diye çığlık attım ama sesim çıkmadı. Duyamıyorlar beni ya da duymak istemiyorlar. Kafamdaki sorular binlerden, milyonlara yükseldi. Kalp atışlarımı kulaklarımda duymaya başlamıştım. Kafamın içinde yüzlerce kuşun kanat çırpınışları… Eğildim yine olduğum yere çömeldim. Sarıldım dizlerime sallanıyorum, “Niye? Niye? Niye?” bu yaşananlar. Sanki bütün bunlar yetmezmiş gibi. Ben kafamdaki sorulara cevap bulup kurtulmaya çalışırken, yeni sorular çıkıyordu karşıma. Neden ben? Neden Ekrem? O bakraç ve o gömlek nasıl kana bulanmış? Ne demek oluyor bütün bunlar?

İşte o an, bütün gücümü toplayıp, pencereyi açarak Onlara doğru bağırdım:

-Bütün bunları bana açıklamak zorundasınız!

Sanırım duymuşlardı. Bu sefer başarmıştım ki, adam bile büyük bir şaşkınlıkla bana doğru baktı. Çünkü bir süredir benden tarafa bakmıyor, sadece kaçarcasına tezgâhı kamyonete yüklüyordu. O anda fark ettim adamın yüzündeki korkuyu. Tarifi zor, insanı ürperten, katıksız bir korkuydu bu. Başımdaki belanın boyutunu anlamış ve kabullenmiş bir şekilde yığıldım olduğum yere. Bu şekilde ne kadar kaldım bilemiyorum ancak, kapının tekrar vurulması ile yerimden bir ok gibi sıçradım, açtım. Merdivenlerde unuttuğum gömlek ve bakraca yanaşmaktan ve bakmaktan kaçınan kadın, olabildiğince bana yaklaşıp,

– Sana yardım etmek istiyorum. Ama bu sadece sen istersen olabilir, dedi.

Evet, evet, evet dercesine kafamı salladım. Minnettarlıkla karışık çaresizlik, gözyaşlarına dönüşüp aktı gözlerimden. Katıla katıla ağladım yerimde. Belki Ekrem’in cenazesinde bile ağlamadığım kadar. Büyük bir sabırla bekledi beni. Yaşlardan aralayabildiğim gözlerim, zorlukla seçebildi bana uzanan elini. Avucunda, özensizce katlanmış küçük kirli bir kâğıt, bir kaç tane de tohuma benzer şey vardı. Gözümdeki yaşlar, kafamın içindeki kuşlar yok oldu sanki zihnim uzun zamandır olmadığı kadar berrak, sordum:

-Bunlar ne?

Adını hiç duymadığım bir bitkinin tohumları olduğunu söyledi. Teşhisinden emin bir doktor edasıyla, anlamsız bakışlarıma hiç aldırış etmeden tedavi yöntemini anlattı. Eğer, Ekrem ile ilgili tüm gizemi çözmek istiyorsam, akşam yatarken bu tohumları yutup, kâğıtta yazılı (hiç anlamadığım bir dilde yazılmış) bu duayı üç kez okuyup uyuyacakmışım ve tüm sorularımın cevabı, o uykuda olacakmış. Bütün bunları bir çırpıda söyledi ve başka hiçbir soruya fırsat vermeden, hızla bahçeden çıkıp, çalışır durumdaki kamyonete bindi ve gitti. Elimdekilerle öylece kapıda kalakaldım ve onlarla bir daha hiç karşılaşmadım.

Onları ve tüm bu olanları düşünmediğim gün olmadı. Ama tohumları bir türlü masanın üzerinde bıraktığım yerden alamadım. Yaşananlar ne kadar olağanüstü gelse de, bir yanım hep bunu denememi söylüyordu. Sorularımın yanıtını almamın başka yolu yoktu. Yolu bilip de adım atamamam, belki de öğreneceklerimden korkumdandı.

Bilmiyorum kaçıncı kez telefon çaldı. Arayan abim Rıfat’tı, nam-ı diğer “Riri”…

-Ne o kız, niye açmıyorsun şu zımbırtıyı.

-Evet, abi ne istiyorsun, niye aradın?

-Soğuk nevale, ne olacak. Abi deme bari. Ne o öyle… Aşamadın şu klasik kafayı. Adım var benim.

-Hı hı Riri’ydi değil mi?

-Çatlak! Cenazeden beri görüşemedik hiç. Kapandın yine o deli konağına. Akşam arkadaşlarla dışarıya çıkacağız. Gelip seni de alayım da biraz değişiklik olsun dedim.

-Yok, abi istemem sağ ol.

-Aman iyi be… Sen pazen pijamalarınla, yeşil kanepende otur da kocanın cehennemi boylayışına yan.

-Bari ölüye saygın olsun.

-Hadi canım hadi. İnsanı aradığına pişman eder, iki dakikada içini karartırsın sen.

Telefonu kapattıktan sonra halime baktım da, gerçekten de pazen pijamalarımla yeşil kanepedeydim. Son yıllarda fazla bir şey paylaşmamış ve birbirimizden çok uzaklaşmış olmamıza rağmen abim beni ne kadar da iyi tanıyordu. Aslında onun deli konağı dediği bu evde, bu kanepede ne güzel anılarımız geçmişti. Kim bilir kaç kez uyanmışımdır, şu yıpranmış yeşil kadifede. Ne rüyalar görmüş, ne hayaller kurmuşumdur. Annemin doğum sancılarından, dedemin vefatına, abimle benim ilk adımlarımızdan, Ekrem’in son günlerine. Nelere şahit oldu nelere… Onun üzerinde uyuduğumda, tüm bu yaşanmışlıkların rüyalarımdan akıp geçtiğini düşünürüm bazen. Geçmişten ve anılarımdan kaçamayışımı da buna bağlarım. Keşke birazcık abim gibi olmayı becerebilsem. Her ne olursa olsun, yaşananları geride bırakabilsem, sadece şu anı ve yarını düşünebilsem. Bu sefer, ben O’nu aradım:

-Abi!

-Ne, ne var? Abi, abi…

-Sen gelsene.

-Nereye?

-Kız, Allah canını almasın. Benim o eve girmem yasak. Bilmiyor musun?

-Saçmalama lütfen. Babam öleli kaç yıl oldu. Sen de neyin inadını yapıyorsan. Hem belki annemin de ruhu huzur bulur, sen gelirsen.

-Yok, anacım, bana göre işler değil öyle ruhlar muhlar.

-Abi lütfen, seninle konuşmaya ihtiyacım var.

-Ay hiç çekemeyeceğim şimdi ölü evi muhabbetini.

-Peki, sen bilirsin.

-Tamam, be tamam gelirim.

Abim Rıfat’ın, cinsel tercihinin hemcinslerinden yana olduğunu açıkladığı gün, ailemiz için bir kırılma noktasıydı. Babam o an, abimi evden kovup, evlatlıktan ve mirasından reddetti. Bu kararından da asla vazgeçmedi, ölüm döşeğinde bile… Annem ise, gerek abimin tercihine, gerek babamın seçimine öyle sessiz kaldı ki, son nefesini verene kadar tek bir kelime etmedi. Bu süre içinde annemin sesi oldum, babamın tek varisi. Herkes öldükten sonra bu koca evde bir başıma kalacağımdan korkuyordum ki, işte tam da o dönemde Ekrem girdi hayatıma. Abimin akademiden arkadaşıydı. Ekrem’in benimle yakınlaşması, abimle de kopmamıza engel oldu aslında. Bu konuda Ekrem’e hep minnettar oldum. Gerçi onun bana olan ilgisi, annem ve babam kısa aralıklarla öldükten sonra belirgin derecede artmıştır ancak, ben bunun hep bir tesadüf olduğuna inanmak istemiştim. Babamdan bana kalan bu ev, Ekrem’in her zaman çok ilgisini çekmişti. Estetik zevki, eskiye olan hayranlığı, arkadaki kış bahçesi ve tabii ki maddi karşılığı. Ev, resmen benim olduktan hemen sonra, atölyesini taşımıştı oraya. Kış bahçesinin, ışığı, resim yapmak için en ideal açılardan aldığını ve içinde tek tük kalan bitkilerin ona ilham kattığını söylerdi hep. Ben çoğu zaman konferanslar için şehir şehir gezerken o, kış bahçesinde hiçbir zaman beş para etmeyen resimlerini yapıyordu. Son dönemi hariç tabi. Bu gelgitli hayatımızda abim, onu benden daha çok görüyordu. Ben genelde Ekrem’i abimden dinler ya da O atölyesinde çalışırken, evin arka penceresinden seyrederdim. O, bu eve hayrandı, ben de ona…

Abim, Ekrem’in resim sevdasının aksine, heykel okumuştu akademide. Okulda dayatılan klasik çalışmalara inat, mezun olduktan sonra pek müstehcen eserler çıkartmıştı. Bu tarzı onu, ister istemez belli bir kalıba soktu ve bazı camialarca kabul görmedi. Hatta kelimenin tam anlamıyla dışlandı. Ama hiç umursamadı. Aşırı idealist olmaktan değil de, hayattan pek de bir beklentisi olmamasından dolayı. Bense, geleceği düşünerek, nice bugünleri kaçırdım.

Ekrem ile Rıfat’ın konuşmalarını dinlerdim, hiç dâhil olmadan. Bana, sanattan anlamayan kör cahil muamelesi yapmayı severlerdi. Ekrem her zaman, hayatta iken meşhur ve zengin sanatçı olunamayacağını savunur, Rıfat da O’na bu kadar sıkıcı şeyler yaparken nasıl meşhur olmayı beklediğini sorardı. “Değişik bir şeyler yapmalısın.” derdi. “Öyle bir şey olmalı ki, sergi duvarında milletin aklını başından almalı, onları başka bir âleme taşımalı. Resminde aşk olmalı, ruh olmalı, seyredeni içine almalı. Bakınca tüylerinin ürpereceği, bir daha bakmak isteyeceğin bir şeyler olmalı” derdi. Ekrem de, “senin heykellerin gibi mi?” diyerek, imalı imalı gülerdi. Aslında Rıfat, haklıydı. Onun yaptığı heykeller, insanda bir daha bir daha bakma isteği uyandırırdı. Her bakışınızda başka bir ayrıntı keşfeder, “ben bunu neden daha önce görmedim” diye hayıflanırdınız. Bu da sizde, heykeli alıp eve götürme ve ezberleyene kadar seyretme isteği uyandırırdı. Müstehcenliğinin insanda uyandırdığı hislere gelince de, abimin asıl güvendiği dayanak orasıydı. “Benim heykellerimin kaldırmadığı hiçbir şey görmedim bu güne kadar” der ve ardından da cilalı bir kahkaha patlatırdı. Belki de insanlar, gizli kalmış duygularını, asla paylaşamadıkları cinsel dünyalarını ya da isteyip de yaşayamadıklarını görürlerdi bu heykellerde. Ekrem’in resimleri ise, en azından bende hiçbir hisse sebep olmazdı. Sadece kendimi bu işlerden anlamaz hissetmemi sağlardı. Her sergisine eşi sıfatıyla katılmak, her resmi beğeniyormuş gibi yapıp yalandan gururlanmak, hayatta O’na yaptığım tek samimiyetsizlik olmalıydı.

Ama son dönem, kimsenin anlam veremediği bir değişim olmuştu Ekrem’de. Tanımasam ve hatta bazılarını yaparken görmesem, asla O’nun yaptığına inanmayacağım çalışmaları olmuştu son zamanlar. Abim bile eleştirecek yer, alay edecek bir fırça darbesi bulamadı. İlk ve son defa, sergideki tüm resimleri, açılış resepsiyonu bitmeden satıldı. Kibrinin ötesinde, kendisinin bile bu başarıya yer yer hayret ettiğini anlayabiliyordum. Bir yanı olanlara inanamıyorken, bir yanı bunu çok olağan göstermeye çalışıyordu. Abim ve sanat camiası, Ekrem’in bu sergi ile olgunlaştığına karar verip konuyu kısa sürede kapatsa da, içim asla huzur bulmadı. Bu huzursuzluk, Ekrem’in inanılmaz ölümü ile daha da körüklendi. Cevapsız kalan her soru, zihnimin derinliklerine yeni sorular filizlendirdi.

Şimdi saçma da olsa, bu soruları cevaplamanın bir yolu vardı elimde. Hayattaki her hareketini mantık çizgisinde çizen ben, çaresizlik denizinde, beni gerçekler adasına çıkartmasını umuyorum ve cenazeden sonra ilk kez, üzerime ne bulursam geçirip kendimi dışarı atıyorum.

Bahçeden çıkar çıkmaz alıyor burnum kokuyu. Kalaycı çiftin yeni söndürdüğü ateşin yakıcı kokusu bu. ‘Demek gerçekti’ diyorum, elimin içinde, terden ıslanmış tohumları hissederken. Merdivenlerdeki bakracı ve gömleği düşünüyorum. ‘Çıkarken hala orada mıydılar?’ diye, hiç hatırlamıyorum. Kapıdan nasıl çıktım, merdivenleri ve bahçeyi nasıl geçtim bilmiyorum. Ana caddeye çıkıp, ilk gördüğüm taksiyi durduruyorum. Abimin atölyesini tarif etmek biraz zor olacak ama… ‘Umarım O da çıkıp bana gelmiyordur şu an…  Arasa mıydım acaba, neyse oldu artık, bahane ile sokağa çıktın kızım Leyla.’

Evet, Ekrem’in cenazesinden bu yana ilk kez evden dışarı çıkıyordum. Çünkü sorularımın cevaplarına ulaşabilmek için bir umut ışığım var artık. Ne kadar süredir trafikteyiz bilmiyorum ama Allah’tan Cihangir’i iyi bilen bir taksiciye denk geldim de, bu kafa ile bir de yol tarif etmek zorunda kalmadım. Abimin atölyesinden içeri girmek hiç de kolay olmadı. Buraya Ekremsiz gelmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Evdeki eksikliğinin dışında ilk kez hissediyordum hayatımdaki boşluğunu. Büyük demir kapı karşımda, Ekrem’in içinde kaybolduğu daha da büyük bir kara delik yanımda, güçlükle kapıyı itip içeri giriyorum.

Yeni bir parça üzerinde çalışan abim fark etmiyor geldiğimi. Kulağındaki kulaklıklar, ağır, paslı kapının gıcırtılı sesine izin vermiyor. Sanki kapı insanlara değil, sadece seslere kapalı gibi. Korkmasını istemediğim için bir şekilde dikkatini çekmeye çalışıyorum ama elindeki işe o kadar kendini kaptırmış ki. Vurduğu her darbeden sonra, sevgilisini okşar gibi dolaştırıyor elini üzerinde. Bir bacak mı okşadığı, belki de bir kol. Şimdilik, o taşın içine Tanrının ne gizlediğini bir tek O biliyor. Biz de görebilelim diye çıkarmaya çalışıyor büyük bir zevk ile. O’nu aval aval izlerken elim bir şeylere çarpıyor ve çarptığım her neyse, başka şeyleri deviriyor, sonra bir karmaşa bir gürültü. Ben havada uçuşan aletleri yakalamaya çalışırken O, çoktan beni fark etmiş, ‘geldi benim baş belam’ bakışı yüzünde izliyor beni.

Özür dilerim’ der gibi başımı bir yana eğip, yanına gidiyorum. Üzerindeki toza dumana aldırmadan kendimi kucağına kenetleyip, başlıyorum ağlamaya. Acılarımı, yalnızlığımı, çaresizliğimi itiraf ede ede ağlıyorum. Salya sümük karışıyor mermer tozuna. Sabırla bekliyor içimdeki ateşin sönmesini, fırtınanın dinmesini. Onu ne kadar sevdiğimi, ne kadar özlediğimi bir kez daha bütün hücrelerimde hissediyorum. Güçleniyorum.

– Konuşmamız lazım, diyorum.

Ellerimden tutup, yandaki kanepeye oturtuyor beni. Dizi dizime değecek kadar yakınıma ilişiyor. Büyük bir merak ve endişe var gözlerinde. Hissettiklerinde hiç de haksız değil. Henüz hakkında hiçbir şey bilmeden, bizi bu denli ürperten şeyin aslını öğrendiğimizde, ne kadar korkacağız bilmiyorum. Büyük bir sabırla bakıyor gözlerimin içine ve hazır olduğumda anlatmamı bekliyor. Ona, geçen gün kalaycı kadın ve kocası ile olanları anlatıyorum. Merakı biraz dağılmış ama endişesi daha da artmış bir şekilde huzursuzca kıpırdanıyor olduğu yerde. Eğer bunca yıllık ağabeyimi tanıyorsam, anlattıklarıma inanmamış olsaydı şimdiye çoktan dalga geçmeye başlamıştı. Şu anki hali daha çok ne diyeceğini bilememe durumu gibiydi. Böylesi hazır cevap bir adamın nutkunu tutacak kadar vahim olan neydi acaba. Ama ilk soruyu soran o oldu :

– Ne öğrenmek istiyorsun?

– Ekrem’in neden öldüğünü.

– Bunu biliyoruz zaten, frengiden öldü.

– Evet, ama abi Ekrem frengiden ölecek bir adam değildi ki.

Sinirleri bozulmuşçasına gülüyor.

– Duyduğum en saçma söz. Hem de senin gibi bir eğitimli birinden. Ne demek, Ekrem frengiden ölecek adam değildi. Herkes her şeyden ölebilir.

– Ama frengi sadece…

– Evet, frengi sadece cinsel yolla bulaşan bir hastalık ve sen de asıl bunu kabul edemiyorsun. Kabul et kızım, Ekrem seni boynuzladı. Hem de büyük ihtimalle bir fahişeyle. Hastalığı da kadından kaptı. Delire delire de geberdi p….enk. Sen de hak etmeyen bir adamın arkasından yas tutup, depresif hikâyeler uydurup delirmeye meylediyorsun. Kendine gel.

Belki de söylediklerinde haklıydı. Ben sadece aldatılmış olmayı kabul edemiyordum. Ekrem’in beni aldattığını bu şekilde öğrenmek istemezdim. Onu O kadınla yatakta görsem, belki de bu kadar etkilenmeyecektim. Ama hızla ilerleyen hastalığına rağmen, bir türlü doktora gitmeyişi, onu zor ikna edişim, doktorun frengi teşhisi, hastalık hakkında kulaktan dolma bilgilerim ve hastalığın bulaşma yollarını internetten öğrenişim.

– Bu kadar basit olmamalıydı.

Ben sustukça abim konuşuyor, üzerime geliyor.

– Bu kadar basit olmamalı ne demek. Neden bizim hayatlarımızda her şey son derece basit ve sıradan olabiliyorken, sizler basitliği bu kadar zor hazmediyorsunuz kızım. Severdim meverdim ama bu konuda Ekrem’e de gıcık olurdum. Yok efendim o sanatçıymış da, O’nun hayatı sıradan olamazmış da. O’nun böyle bir lüksü yokmuş da… Bu sektörde marjinallik prim yaparmış da, da da da… Özellikle delirmeden önce, iyice kafayı takmıştı bu konuya. Ben de sinir olup bağırdım bir gün buna. Şok oldu. Hiç beklemiyordu benden böyle bir çıkış. “Git” dedim abi. “Ne yapıyorsan yap o zaman. Marjinal mi olacan, ölmeden meşhur olmak, resim satmak için olay mı çıkaracan ne yapıyorsan yap da görelim” dedim. “Bu kız seni beslemek için daha kaç yıl çalışacak (senden bahsediyorum) şehir şehir, ülke ülke gezip millete dert anlatacak” dedim.

– Abi sen ne yaptın. Ben bu konuyu hiçbir zaman Ekrem’in yüzüne vurmadım. Hiçbir zaman da evi geçindirmekten gocunmadım. O bizim ortak hayatımızdı.

– Neyse ne kardeşim. Lafla olmuyor bu işler. Gerçi ne yaptıysa tuttu şerefsizin tabloları son dönem. Onu da anlayamadım ya. Var bi numara. Valla başkasına yaptırdığını bile düşünmedim değil. (gülüyor)

– Yok artık daha neler…

– Sen şu kalaycının dediklerine gerçekten inanıyor musun?

– İnanmak istiyorum.

– Sen sadece, bu olayın arkasında bir ihanet çıkmasın diye kendini ömür boyu kandırabileceğin bir alternatif hikaye arıyorsun ve emin ol, beynin bu oyunu sana oynayacak ve sen rüyanda o hikayeye ulaşacaksın.

– Ya bir hikayeden fazlasını bulursam.

– Bilmem. Ona da o zaman bakarız.

Onu daha fazla sıkmamaya çalışarak, zor da olsa konuyu değiştirdim. Biraz havadan sudan sohbet ettik. Birbirimizi ne kadar özlediğimizi, artık ne kadar yalnız ve baş başa kaldığımızı, bundan sonra çok daha sık görüşmemiz gerektiğini fark ettik. Sarıldık, ağladık. Sonra ben toz duman içinde öylece birkaç saat uyumuşum.

Son dönemde uykularım bomboş. Rüyalarım beni terk etmiş gibi. Yaşadığım yerden uzakta uyumam da hiçbir şeyi değiştirmiyor. Renksiz, kokusuz, sesiz mi sessiz uykulardan, etek ucuma takılmış bilinmeyenlerimle birlikte uyanıyorum. Abim çoktan gitmiş bile. Üzerime örttüğü ince battaniye, beni tozlardan mı korudu, soğuktan mı? Yoksa gerçeğe ayna tutan rüyalardan mı? Demir kapıyı arkamdan çekip çıkıyorum. Dolaşacak halim yok. Kuvvetli bir his beni ayaklarımdan eve doğru sürüklüyor. Bahçeye girince hatırlıyorum gömleği. İşte orada, tam da kadının bakraçla birlikte bıraktığı yerde duruyor. Bakmamaya çalışarak çıkıyorum merdivenlerden, ama tam yanlarından geçerken buz gibi bir ürperti geçiyor içimden. Hızla kapıyı açıp mutfağa dalıyorum. Bir bardak su alıp, hiç tereddüt etmeden cebimdeki tohumları ağzıma atıp suyu içiyorum. Katlı küçük kağıdı alıp çıkıyorum yukarı. Aynen kadının dediği gibi, kağıtta yazanları üç kez okuyup kendimi yatağa bırakıyorum. Okuduğum anlamsız kelimeler kulaklarımda çınlıyor. Başım deli gibi zonkluyor. Bu şekilde uyumam imkansız, her şey boşa gidecek diye düşünürken, birden kendimi daha önce hiç görmediğim kadar koyu bir karanlığın içine çekilirken buluyorum. Yürüyor muyum, yoksa uçuyor muyum bilmiyorum ama çok uzaktaki bir ışığa doğru ilerliyorum yavaşça. Işığa yaklaştıkça, Bir adamın sırtını fark ediyorum. Arkası dönük, yerde bir şeyler yapıyor sanki. Bu saçlar, bu omuzlar çok tanıdık geliyor. Ekrem bu… Uzanıyorum ama dokunamıyorum ona. Televizyondan izler gibiyim. Yavaşça ortalık aydınlanıyor. Her şey o kadar net ki, nerede olduğunu hemen anlıyorum. Bizim evin arkasındaki kış bahçesi burası. Onun atölye olarak kullandığı, benim çok fazla girmediğim hatta ölümünden sonra hiç gitmediğim kış bahçesi… Babam, büyük bitkilerin rahat yetişmesi için, bahçenin bazı yerlerini toprak bırakmış, bazı yerlerine beton dökmüştü. Şimdi Ekrem’in, o toprak alanda bir şeyler kazdığını görebiliyorum. Bu görüntüyü kaybetmekten korkarak, nefesimi tutmuş O’nu izlerken, birden arkasına dönüp bana bakıyor. Elim ayağıma dolanıyor. Havada asılı iken kaçmaya çalışır gibi sallanıyorum. Beni görünce sevineceğini düşünürken, suç üstü yakalanmış gibi bir ifade beliriyor yüzünde. İşte o an anlıyorum, Ekrem’in hikayesinin bu kadar basit olmayacağını…

Uzun zamandır yaşamadığım kadar güzel bir sabaha uyandım bugün. Bahçe bile bir başka kokuyor, yeşil yapraklar bir başka parlıyor bu sabah. Akşam kendimi bıraktığım gibiyim yatakta. Çarşafın arasında kadının verdiği kağıdı arıyorum ama yok. Her yere, yatağın altına, arasına, arkasına bakıyorum yok. “Tek bir şanstı” diye düşünüyorum, “kullandın bitti ve bir daha da ihtiyacın olmayacak”. Kafamın içi o kadar net ki… Ne yapacağından gayet emin, aklım ve ayaklarım koordine, kendimi kış bahçesinin kapısında buluyorum. Cam kapının, demir çerçeveleri aralık ama örümcek ağları belli belirsiz bir kilit oluşturmuş girilmesi yasak bölgeye. Ağır kapıyı güçlükle itip içeri giriyorum. Ayaklarım ne tarafa gideceğinden emin, birkaç adım ilerleyip daldırıyorum ellerimi toprağın kuru mahremine. Toprak öylesine kurumuş öylesine taşlaşmış ki, adeta direniyor içindekini bana vermeye. Ama benim de yüreğim, en az toprak kadar taş bu sabah. Ona karşı zerre kadar sevgi yok artık içimde, zerre kadar özlem yok. Sadece soruların cevapları merak ettiğim. Etrafta bulduğum tahta parçası, demir çubuk gibi şeylerle kazmaya çalışıyorum. Bir süre sonra toprak bırakıyor kendini, sanki pes ediyor inadıma. Parça parça kalkıyor, açılıyor, içini açıyor. Ellerimle daha da derinlere ulaşmaya çalışıyorum. Biraz daha, biraz daha derine derken elime bir şey geliyor. Önce korkarak çekiyorum elimi. Sonra tekrar uzanıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bir kitap sanki. Yavaşça alıyorum onu toprağın derinliklerinden. Kitap değil, bir defter…

Olduğum yerde, dizlerimin üzerinde öylece kalıyorum. Tanrı’ya şükrediyorum, kalaycı kadına  teşekkür. Omuzlarımdaki yük hafifliyor. Defter elimde doğruluyorum ve eve kadar gitmeye izin vermiyor içimi kemiren merak. Orada ilk gördüğüm taşın üzerine oturup okumaya başlıyorum:

“Uzun zaman oldu. Benliğimden vazgeçeli…” Ekrem’in yazısı bu. Ölümünden yaklaşık iki ay kadar öncesine tarih atılmış. Günlük tuttuğunu bilmiyordum. Hatta her zaman yazmaktan hoşlanmadığını söylerdi. Benim sürekli (iş icabı bile olsa) okuyor ve yazıyor olmamı küçümser, hiçbir zaman eğitimimin bitemeyeceğini söylerdi. Ne demek uzun zaman oldu benliğinden vazgeçeli. Kim, ne ya da neden onu benliğinden vazgeçirsin ki… Neyse, her cümleyi yorumlamaktansa bir an önce okuyup sorularımın yanıtlarına ulaşmalıyım.

“İstanbul’a gelip, akademiyi bitirince her şey çok daha güzel olacak sanmıştım. Memlekettekilerin alaylı bakışları ve ‘ressam olacakmış bizim oğlan. Olur olur, olmazsa boyacı, badanacı olur’ sözleri arasında, içten içe ne yeminler etmiştim kendime. Lisedeki resim öğretmeninin verdiği gazla girmiştim bu yola. Belki benim için kasabadan bir kaçış olacaktı, belki de gerçekten yetenekli olduğum  yanılgısına kapılmıştım. Artık hangi denizin dalgası olduğu bilinmez buluverdim kendimi bu keşmekeşin içinde. Yalnızdım, parasızdım ve korkuyordum. Erkek olmama rağmen, tek başıma okuldan ve yurttan uzaklaşmaya korkuyordum. Bu şehrin kızları bile benden daha cesur, daha merttiler. Onlardan bile korkuyordum. Kimselerle muhabbet kuramıyor, arkadaş edinemiyor, bana yanaşanları da korkutup kaçırıyordum.”

“Sonra bir gün, Rıfat denen ibne geldi yanıma. Özellikle de O ve onun gibilerden çok korkuyordum. Fark etmiş olmalı ki, epey bir eğlendi benimle. Bizim oralarda bunun gibi adamlara adam demezler, onlar da bu kadar rahat ‘öyle’ olduklarını söyleyemezler. Ama bu farklıydı. Hep duyuyordum. Birisiyle tanışırken kendini, ‘Selam, ben Rıfat. İbneyim.’ diye tanıtırdı. Onun yerine ben utanır, yerin dibine girmek isterdim. Ama O’nu tanıyınca, bunun hiç de utanılacak bir şey olmadığını, adını soyadını söylediği gibi söylenebileceğini öğrendim. Bunca zaman, İstanbul’da bir Allah’ın kulu ile sohbet edemeyen ben, bu adamla arkadaş oldum ve hayatım değişti….”

 “Sanatı, sanatçı olmanın raconlarını, bohem yaşantıyı, aşkı ve ihtirası ondan öğrendim.” Yazdıkları öyle şeylerdi ki, bir an acaba dedim. Yoksa Ekrem de mi abim gibi… Yok daha neler. Bunca sene, fark etmemiş olabilir miydim acaba. Ama öyle olsa abim evlenmemize fırsat verir miydi ki? Niye vermesin ki, bu durumu ondan daha normal karşılayacak başka kimse var mı hayatta.

“Daha da önemlisi O’nun sayesinde Leyla’yı tanıdım. Biliyorum bunu hiçbir zaman hak ettiği şekilde ifade edemedim Leylaya ama O’nu sevdim, hem de çok sevdim. Yanlış anlaşılmaktan korktukça saçmaladım, duygularımı anlatamadım. Başarısız bir ressam olarak, hep bir kambur gibi kaldım kızın sırtında. Bu beni hepten uzaklaştırdı. O da zaman zaman benim onunla parası için birlikte olduğuma kanaat getirdi biliyorum ama asil kız, bunu hiç yüzüme vurmadı.”

 Bu okuduklarım bende karmakarışık hisler yarattı. Aksini düşündüğüm halde beni ne kadar sevdiğini okumak, vicdan azabına bulanmış bir mutluluk verirken, bir yandan da sorularımın cevaplarına  ulaşamıyor olmak canımı sıkıyordu. Yazılar burada bitiyordu. Başka bir şey yazmamış diye düşünüp, ileri sayfaları karıştırıyordum ki, defterin orta yerlerinde, çok daha bozuk bir yazı ile yazılmış sayfalar gördüm. Okumadan bile yazının içindeki kin ve öfke fark ediliyordu.  Sanki hiç yuvarlak harfler yokmuş da ne kadar ince, köşeli, sivri harf varsa, onlarla yazmıştı anlatmak istediklerini:

“Rıfat ibnesiyle kavga ettik bugün. Daha doğrusu, O ağzına geleni söyledi ben dinledim, her zamanki gibi. Gerçi haksız değil adam ama, bunu böyle apaçık duymak insana ağır geliyor. Hiçbir cevap verememek, ‘haksızsın!’ diyememek zor… Yıllardır bakıyor bu kız bana. Doğru. Ben ne yaptım bu süre içinde? Birkaç başarısız sergi, atölye bekleyen resimler, ‘kimse benim sanatımı anlamıyor’ martavalları falan filan. Boş laflar bunlar, biliyorum. Ben şunları yazarken bile Leyla, kilometrelerce uzakta, günlerce o konferans senin bu sempozyum benim dolaşıyor. Onun evinde ondan fazla vakit geçiriyor olmaktan rahatsız oluyorum artık. Bu yüzden daha çok zamanımı kış bahçesinde geçiriyorum. Sanki ben burada olunca, O’nun hayatına tecavüz etmiyormuşum gibi geliyor. En azından evde bir mahrem alanı olsun istiyorum.”

 “Uzun zamandır kafama takılan bir şey var. Dünyaca ünlü ressamlar hep ölünce meşhur olmuşlardır ya. Ben öyle olmayacağım. Bu gece, bu uğursuz kural bozulacak ve öyle bir çalışma yapacağım ki, bütün sanat camiası ağzı açık benim çalışmalarıma bakacak. Hepsi asılır asılmaz satılacak, bazılarında insanlar birbiriyle yarışacak. Bitecek bu akşam bu iş. Göreceksin Rıfat efendi, o sözlerini sana tek tek arkadan yedireceğim.”

 Yine burada kesiliyor yazılanlar. Birkaç sayfa ileride, daha da kötü yazılar. İçinde daha çok öfke ve kin.

“Kızı buldum getirdim eve. Adı Natasha imiş. Hep de öyledir zaten. Güzelim adı ne hale getirdiler. Geliş amacından habersiz, ne kadarda neşeli. Genç, güzel. Sevişeceğimizi sanıyor, sürekli sırnaşıyor. Resmini yapmak istediğimi söylediğimde, önce şaşırıyor, biraz korkuyor. Seks daha güvenli demek onun için… Birlikte kış bahçesine gidiyoruz. Çok gergin. Ben tuvali hazırlarken soyunmasını istiyorum. Peşin aldığı parayı verip gitmeyi teklif ediyor. Sinirlenmeye başlıyorum. Çalışırken genelde alkol alırım. Beni rahatlatıyor. Ama bu sefer biraz fazla kaçırıyorum, tam tersine geriyor beni. Bu kız bende çok gıcık bir etki bıraktı, kendi dilinde mızıldanmalarına daha da çok sinirleniyorum. Kafamın içinde sürekli Rıfat’ın sözleri. ‘Ne yapacaksan yap artık. Değişik bir şey mi yapacaksın. Sanat camiasında çığır mı açacaksın.’ Evet, yapacağım. Hem de öyle bir şey yapacağım ki, sen bile resimlerimden almak için sıraya gireceksin. Bu benim kardeşimin eşi diyeceksin. Göreceksin.”

 “Başım ağrıyor, bir ilaç alıyorum ama sanırım alkolle fazla geliyor. Kafama, içindeki seslere pek hakim olamıyorum. Bu kız belki de iyi bir fikir değil. Bana sürekli bir şeyler söylüyor. Anlamıyorum. Şimdi de ağlamaya başladı. İyice sinirleniyorum ve hiç yapmadığım bir şey yapıp O’na vuruyorum. Duvara dayalı tuvallerin üzerine savruluyor. Kaldırıp bir tane daha vuruyorum. Bu defa aksi yöne düşüyor. Süt beyazı vücudu, yer yer kanamaya başlıyor. Yerde korku dolu gözlerle bana bakarken, vücudundan süzülen kanlar beni tahrik ediyor. Orada ilişkiye giriyoruz. Ne ara pantolonumu indirdim, ne ara içine girdim hatırlamıyorum. Her şey birkaç dakika içinde bitiveriyor. – O……u! İstediğin bu değil miydi.

Alkol ve ilacın etkisi iyice beni kıskaca alıyor. Kafamın içinde sürekli sesler, fısıltılar. Aklıma gelenin yüzüme yansımasından korkmuş olmalı ki, kaçmaya çalışıyor. Bu davranışı beni daha da kışkırtıyor. Ellerinden tuttuğum gibi kaldırıyorum havaya. Oralarda bulduğum sağlamca bir iple, kızı bileklerinden tavandaki ferforje lambaya bağlıyorum. Ayakları yerden kesilince daha da çok panik oluyor. Bağırmaması için ağzına, tiner kokan bir bez parçası tıkıyorum. Bir adım geriye çekilip, sergi gezen ukala sanat eleştirmenleri gibi eserimi izliyorum. Boğuk sesler çıkararak çırpınıyor lambanın ucunda. Şablon kestiğim bistüriyi alıp önce kollarına sonra bacaklarına yukarıdan aşağıya ince birer çizik atıyorum. İnsan vücudunda yatay kesiklerin değil, dikey kesiklerin daha çok kan kaybına sebep olduğunu okumuştum. Kollarından ve bacaklarından ince yollar halinde sızıyor kanı. Yerdeki toprak zeminle damla damla buluşmasını seyrediyorum.”

 Kafamı defterden kaldırıp tavandaki lambaya bakıyorum. Neredeyse kış bahçesinin tam ortasında. Altındaki toprağa ilişiyor gözüm, gerçekten de toprak oralarda daha koyu renk sanki. Okuduklarımın şoku, okuyacaklarımın merakıyla şaşkınlık içinde yıkılıyorum olduğum yere. Bunu neden yaptı? Daha doğrusu nasıl yaptı? Karıncayı incitemeyeceğini düşüneceğin bir insanın böylesi bir dehşeti kurgulayıp gerçekleştirmesi… İnanılır gibi değil. Bunca yıldır aynı yatağı paylaştığın birinin, böyle bir şeytana dönüştüğünü öğrenmek… Şaşkınlık evresini çoktan geçtim.  Polisiye kurgu okur gibi bırakamıyorum elimden.

“Boş bir tuval alıp, şövaleye yerleştiriyorum. Sanki ellerimin kontrolü bende değil. Hızla bir şeyler çizip boyuyorum, yaptıklarım bilincimden uzak… Kırmızı sürüyorum tuvale, bol bol kırmızı. Sonra kıza bakıyorum, ağlıyor. Fırçayla bacağından süzülen kanı alıp, sürüyorum tuvale. Biraz daha, biraz daha. Bambaşka bir kırmızı tonu çıkıyor karşıma. Şimdiye kadar hiç rastlamadığım. Daha da kışkırtıyor bu renk beni. Akan kan boşa gitmesin istiyorum. Etrafa bakıyorum, hiçbir şey yok. Sonra çiçeğin altındaki eski, bakır bakraç gözüme ilişiyor. Hemen alıp, kızın altına koyuyorum. Damlalar pıt pıt birikiyor. O andan itibaren, kaç saat çalışmışım, kaç resim yapmışım hatırlamıyorum. Beynimdeki sesler, gözümün önündeki görüntüler silinip kendime geldiğimde, etrafımda onlarca resim ve lambada asılı ölü bir kız vardı.”

 Yazılanlar burada bitiyor. Daha sonlarda başka bir şey yazmış mı diye bakıyorum ama yok yazmamış. Zaten Ekrem’in yazma ve hatta günlük tutma alışkanlığı olduğunu bilmiyordum. Evet, böylesine şeytanca şeyler yapabileceğini de bilmiyordum. Bilsem yine de sever miydim, bilmiyorum. Uzunca bir süre oturduğum yerden kalkamıyorum. Okuduklarım bir bir canlanıyor gözümde. Defalarca. Yeniden ve yeniden… Her sahneyi tek tek yaşıyorum. İnsan nasıl bu kadar kötü olabilir.

Sonra birden Ekrem’in, son dönem sergisinde yok satan eserlerini ‘Diablo’ takma adıyla imzaladığını hatırlıyorum. DIABLO, tabii ya şeytanın onlarca adından biri. Nasıl da aklıma gelmedi. Gelseydi de, adın arkasında böyle bir senaryo yattığını nasıl düşünebilirdim. Demek, bu vahşetten nemalanacak kadar bilincindeydi her şeyin. Şöhret uğruna, bir cana kıyacak kadar gözü dönmüş, bunu umursamayıp kazandıklarının keyfini sürecek kadar duygusuz.

Büyük güçlükle yerimden doğrulup, eve gidiyorum. Bir daha o bahçeye girer miyim bilmiyorum. Umarım gerekmez. Bir yanım abimi aramak istiyor, bir yanım da bu cinayetten biraz olsun O’nu suçlu tutuyor. Ekrem’i kışkırtacak o sözleri söylemese de, bütün bunlar yine de olacak mıydı diye.

***

-Evet Leyla Hn, biliyorum yoruldunuz ama, son bir kez ifadenizin üzerinden geçmemiz lazım.

-İsterseniz ben notlarımdan okuyayım siz de lütfen dikkatlice takip edin. Atladığımız bir nokta kalmasın. Gerçi arkadaşım ifadenizi yazılı olarak aldı ama, o çıkıncaya kadar biz bir tekrar edelim.

-Eşiniz Ekrem Bey, bir ay önce hastalanarak vefat etti. Doktor raporu, frengiden öldüğünü gösteriyor. Söylediğinize göre genelde sağlıklı biriymiş. Beş altı ay kadar önce, sizinle cinsel irtibatı kesmiş. Dokunmamaya bile özen göstermiş. Bundan birkaç ay sonra kollarında kırmızı lekeler fark etmişsiniz. Doktora gitmek istemişsiniz ama O kabul etmemiş. Bu belirtileri saç dökülmeleri, bağışıklık sisteminin çökmesi gibi diğerleri izlemiş. İki ay kadar önce davranışlarında bazı gariplikler hissetmişsiniz. Bu gariplikler hızla ve giderek artmış. Demans ve kısmi felç görülmeye başlanmış. Bu aşamada bile tedaviyi reddetmiş. Hastalık hızla ilerlemiş ve delirerek hayatını kaybetmiş.

Komiserin son sözü ok gibi saplandı yüreğime. Aniden bakışımı fark etmiş olmalı ki, kabalığından dolayı özür diledi. Halk ağzına çok alışkınmış, bir türlü doğru kelimeleri bulamıyormuş…

-Sonra bu günlüğü, kocanızın günlüğünü buluyorsunuz. Okuyup doğruca buraya geliyorsunuz. Hepsi bu kadar değil mi?

-Evet hepsi bu. Ne yapacağımı bilemedim. Defterde yazanları siz görün istedim.

-Tamam Leyla Hanım. En iyisini yapmışsınız. Yalnız, bu defterde yazanlar doğruysa eğer, ciddi bir cinayetin parçasıyız artık. Bunu netleştirmek için evinizde ve tabii bahçenizde detaylı bir arama çalışması yapmamız gerekiyor. Ben şimdi bir arama izni çıkartıyorum. Hazır olunca, birlikte olay mahalline gideceğiz. Oradan başka kalabileceğiniz yer var mı? Sizin için bir otel ayarlamamızı ister misiniz?

-Hayır gerek yok. Ağabeyimde kalırım.

-Ağabeyiniz. Evet… Sanırım O’nun da ifadesini almamız gerekecek. Buradan arayabilirsiniz kendisini.

-Gerek yok, telefonum yanımda.

Ağabeyimi arayıp durumu anlatıyorum. Fazla detay vermediğim halde, telefonun ucunda donup kalıyor. Hemen karakola geleceğini söylüyor. Polise, kalaycı kadından ve bana yardımından bahsetmiyorum. Bana böylesine iyilik yapan birine bu kötülüğü yapamazdım. Defteri, tesadüfen bulduğumu sanıyorlar.

Rıfat gelip, ifade veriyor. Sigara içme bahanesiyle beni karakolun bahçesine çıkarmaya çalışıyor. Oturduğumuz bankta, işin bütün ince detaylarını anlatıyorum ona. Şaşkınlıktan ağzını toparlayamadan dinliyor beni.

-Abi nasıl bir şey bu ya… İçim bulandı resmen. Başkası anlatsa film sanırdım ya da kafayı yemiş bu derdim. Aklım almıyor bi türlü. Dur bak ben bir daha anlatacağım doğru mu anlamışım.

-Of abi ya…

-Dur bak dinle. Şimdi ben herife, ‘ressamlığın beş para etmez, git ne yapacaksan yap da görelim. Bu kız sana daha ne kadar bakacak.’ diyorum ve adam kolundan tutup eve bir o….u getiriyor. Önce kafasındaki fikir sadece kızın çıplak resimlerini yapmak, di mi? Sonra kızın mırmırı, alkol, ilaç derken bizimki gaza geliyor, ilham alıyor (artık neyden ilham aldıysa p…..k). Önce kızı beceriyor. Sonra tavana asıyor. Bistüri ile bi güzel çiziyor. Kanını boyalara katıp bi dolu da resim yapıyor. Kendine geldiğinde, kız tabi mort. Kan kaybından. Oturuyor bir de bunları yazıyor utanmadan.

-Evet abi, iyi özetledin.

-Peki nerede bu kız. Var mıymış böyle bir kayıp kaydı poliste?

-Bakıyorlarmış abi. Her yıl, böyle bir sürü kız kaybolurmuş. Bazısının cesedi bulunurmuş, bazısı asla bulunmazmış. Yabancı oldukları için genelde kimseleri olmazmış. Eğer arkadaşları polise haber verirse kayıp sayılırmış zaten. Ama onların da bir çoğu gayri resmi çalıştığı için, polise ihbarda bulunmaya bile korkarmış. Böylece bir çok kız, sırra kadem basarmış. Son bir yıl içindeki kayıp dosyalarına ya da kimliği belirlenemeyen ceset kayıtlarına bakacaklar.

-Vah yavrum vah…

Abimin ağzından ilk defa böyle bir cümle duyuyorum. Son derece duygu yüklü, son derece babacan. Olmayan, belki de hiçbir zaman olmayacak kızına yanar gibi içten. Bana uzun gelen bir süre, hiç konuşmadan öylece yan yana oturuyoruz. Birden aklına güzel bir fikir gelmiş gibi bana dönüyor.

-Ne düşündüm biliyor musun?

-…

-Bu kızcağız öldü gitti ama, giderayak cezasını kesti p…gin

-Evet aynen öyle. Henüz gerçekleşmeden katilinin infazı yapılmış bir cinayet. Ekrem’e de böylesi yakışırdı zaten değil mi? En farklısı, en marjinali…

-Marjinaline başlatma şimdi… Var ya, zerre acımıyorum artık o şeytana.

-Şeytana değil, Diablo’ya…

-Diablo ne kız?

Tam o anda gelen polis memuru ile her ikimiz de irkildik. Eve gitmemiz gerekiyordu. Hayatımın en zor anlarından biriydi. Daha önceleri bir çok defa ayaklarım geri geri gitmiştir ama bu seferki bir başka. Tam bir polis ordusu, evi ve bahçeyi sarmışken ben, gözetmen eşliğinde birkaç parça eşyamı toplayıp dışarı çıktım. Rıfat beni arabada bekledi. Kendi geçmişi ve hassas sanatçı ruhu, o eve girmesine izin vermedi. Komiser ile tekrar görüşmek üzere vedalaştık. Gerçekten de defalarca tekrar tekrar görüşecektik.

***

Her ne kadar istemesek de olay basına yansıdı. Annemle babamın ölmüş olduğuna ilk defa şükrettim. Yoksa bu olanlara dayanamazlardı. Ben de yüzlerine bakamazdım. Bunları düşünerek uyuduğum bir gece annem ilk defa rüyama girdi ve çok uzun zamandır duymadığım, o yumuşacık   sesiyle bana “Üzülme. Bunların hiçbiri senin suçun değil” dedi. Bunun, beni ve yüreğimi ne kadar hafiflettiğini anlatamam.

Ekrem’in son dönem yaptığı ve yok satan Diablo tabloları, bazı alıcılar tarafından uğursuz ilan edilip yakıldı. Hatta yakılma görüntüleri sosyal medyada törensel olarak defalarca yer aldı. Bazıları ise, Ekrem’in yok oluş hikayesine öyle büyük bir hayranlık besledi ki, bu tablolar da astronomik fiyatlara elden ele satıldı.

Cinayet masası polisleri, titiz bir çalışma ile zavallı kızın kanı çekilmiş bedenini kış bahçesinin toprak zemininden çıkarttılar. Hakkında hiçbir kayıp ihbarı olmadığı için ve muhtemelen kayıt dışı çalıştığından, kimliği asla bulunamadı. Sanki başına gelecekleri biliyormuş gibi, ecelinden önce hastalık tohumlarını katilinin içine serpmesi ruhuna bir nebze huzur kattı. Katlinden önce, katilini öldüren kurban olarak dosyalardaki yerini aldı.

ve Diablo, en marjinal tablosunu imzaladı…

 

2 thoughts on “Diablo’nun Günlüğü/ Bahar Yaka

  1. Özlem Y. Uçak dedi ki:

    Yine keyif alarak okudum. Sevgiler. Özlem Y. Uçak

  2. Birsen Karaloğlu dedi ki:

    Çok özgün, çok iyi ifade edilmiş, soluksuz okudum, kutlarım.

Birsen Karaloğlu için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir