DİL/YAZI

Uygarlığımızı borçlu olduğumuz en önemli buluşlardandır dil, diyerek başlıyorum Panzehir’e…Hoş buldum!

Geçmiş her zaman, her bilgiyi altın tepsilerde sunmamıştır insanlığa. Hepimiz tarihsel yolculuğumuzu merak edip durmuşuzdur değil mi?

Dünya ne zaman, nasıl yaratıldı? İnsan, ne zamandır   dünyada, hep insan formunda mıydık? Topraktan mı sudan mı yaratıldık ya da yaratıcımız kim/ ne ya da Tanrı bizi ne zaman, nasıl yarattı? Hepimizin sorgulaması/doğduğu   aileye/ülkeye/ kültüre/ aldığı eğitime göre değişir. Değişmeyen tek şey merak etmektir…

Peki, bu mağara resimleri de ne böyle? Kim yaptı bu resimleri? Niçin yaptı? Bu kemikler kime/neye ait? Bize tam olarak benzemiyor sanki! Bu fil   Afrika’daki   fil gibi değil! Benzerlikleri de var ama…Dinozor, aslan, panter, balina, zürafa   vb. devasa   hayvan fosilleri görmek bile insanoğlunu korkutmaya yetmiştir yüzyıllarca ancak merakı körelmemiş, körüklenmiştir bilinmeyene… Küçücük bir sinek, bir çivi, bir çömlek kap, bir istiridye, kırık bir amfora bile   dikkatini çekmiştir insanın. Bu dikili taş   da ne böyle? Taşın   üzerindeki   bu çizgilerin bir anlamı var mı? vb. soruları milyonlarca kez kendine soran, sorgulayan insan, yüzyıllarca  toprağın üstünde/ altında gördüklerini, bulduklarını  iğneyle kuyu kazar gibi araştırmış/ anlamlandırmış/ adlandırmıştır. Ve hatta kendi sesine, su sesine, hayvan seslerine, kulak vermiş, duyduklarına   anlamlar yükleyerek   doğadaki basit yansımaları konuşma diline evrilterek dil açmayı başarmıştır. DİNLEMEK onun için çok değerli gelir bana…Konuşma dili, dinlemeye borçludur kendini, diye düşünürüm.

Konuşan insan, süregelen temel gereksinimlerinin artmasıyla avcı topluluklardan yerleşik yaşam alanları   kuran, pazar bilinci geliştirebilen insan atalarımız küçük   değiş tokuşlarla başlattığı   kişisel alışverişlerini   ticarete dönüştürebilmiş, işte tam da o noktada kayda almayı, sınıflandırmayı, düzeni, resim yapmayı fark etmiş; bunu da “resimle, resimleri   simgelere dönüştürerek ideografik yazıyı ortaya çıkarmıştır.”

Teklikten- çokluğa, sesten heceye, heceden sözcüğe, sözcükten tümceye ulaşarak yazı diline de kavuşmuştur. Her şey birden   bire, hop diye olmamıştır tabii!  Milyarlarca yıldan söz ediyor tarih, arkeoloji, dil bilim…  Mağaralarda, kayalara, taşlara resim kazıyan elleri çok severim ben görmesem de… Resim-yazı kardeşliği buradan gelir bana göre…Dinleme- konuşma kardeşliği de oralardan tarih kokarak ulaşır bize…

Şimdi tarihsel bir yolculuğa çıkalım ve önce Mezopotamya’ya gidelim. Alıntıladığımda; öğrenciyken bildiğim, şimdilerde   unuttuğumu sandığım   bilgilere dönüverdim birden   bire… Anımsamak, bellek tazelemek güzel geldi, bir yandan da satır aralarında kalan yeni, küçük bir inanç bilgisini öğrenmek bile    mutlu kılıyor insanı…Yeni öğrenmeler beynin şifacısıdır…

“Sümerler, MÖ 3500 yıllarında, Mezopotamya’da   mağara duvarlarındaki   kaya ve taşlara resimler kazıyarak yazı sistemini oluşturmuşlardı.  Arkeolojik bulgular ışığında ‘Sümer yazı sistemi bilinen’ en eski yazı sistemidir. Sümer rahipleri yazıyı, tapınak ve depolarda bulunan malları kaydetmek amacı ile kullanmışlar, bu kayıtları tutarken bu işlemleri gerçekleştirenlerin adlarını belirtme gereksinimi duymuşlar, bunun üzerine kişi adlarının heceleri nesne adlarına benzetilerek ilgili nesnenin resimleri çizilmiştir. Kısa zamanda o nesnelerin imleri(işaretleri) nesneyi değil, o nesnenin adındaki sesleri belirtmeye başladı. Bu biçimde, hecelerin seslerini simgeleyen imler   kullanılarak kayıtlar tutuldu. Böylece zamanla günlük konuşmaların seslerini belirten imler ortaya çıkmış oldu. Örneğin bir kuş resmi kuştan çok “uçmak” eylemini anlatmak için kullanılıyordu. Mısırlılar, MÖ 3200’lü yıllarda   bu resimlerle yazının her iki şeklini de genişletip basitleştirdiler. Hiyeroglif yazı böyle doğdu.  Mısır hiyeroglifinde üç binden fazla im olduğu saptanmış ancak bu yazı, resimlerden kurtulamadığı için abeceye geçememiş oldu.” Diller yaşar, yazılar da ölürmüş. Ölü   diller de çokmuş!

“Hititler ve Persler, yazılarını kilden tuğlalar üzerine ucu sivri bir çubukla yazarlardı. Onun için yazıları çok ince, çivi biçiminde çizgilere benzerdi. Bu nedenle kullandıkları yazıya çivi   yazısı denmiştir.”

            “En eski Çin hiyeroglifleri MÖ 1766 yılına aittir. MS 200´lerde ise son şeklini almıştır. Bundan sonra bazı yöresel değişikliklere uğramıştır ancak, büyük   değişiklik göstermemiştir. Çinliler bugün de hiyeroglif yazıyı kullanmaktadırlar.”

“Fenikeliler, bugünkü Suriye sahillerine yerleşmişlerdi. Ülkeleri tarım bakımından yetersiz olduğundan denizcilik ve ticaretle uğraşmaktaydılar. Bu nedenle ticaret yaptıkları ülkelerin uygarlıklarını incelemişler ve yaymışlardı. Bunun sonucunda 26 harften oluşan abece(alfabe)   doğdu. Bu abece Yunanistan´dan İtalya´ya geçti. Oradan da bütün Avrupa´ya yayıldı. Latin abecesini oluşturdu.”

“Çoğu tarihçiye göre tarih çağları, yazının bulunması ile başlar. Çünkü insanların yaşadıkları olaylar yazının bulunması ile kayda   alınmış ,   günümüze kadar korunmuştur. Tarihe baktığımızda farklı toplumlar yazıyı birbirinden farklı zamanlarda/ bağımsız olarak bulmuştur.

Abece ise, yazının bulunmasından çok uzun zamanlar geçtikten sonra gerçekleşmiştir. “Yazının icadı MÖ 3500 yıllarında olurken abece, yaklaşık 2500 yıl sonra MÖ 1000’li yıllarda icat edilmiştir. Mayalar ve Aztekler gibi Amerika’nın eski uygarlıkları da Eski Dünya’dan bağımsız olarak farklı yazı sistemleri bulmuş ve kullanmışlardır.”

“Yazının tarihi, tarih öncesi çağların derinliklerinde saklıdır. Bildiğimiz en önemli şey, yazının bulunuşuyla birlikte   tarih çağlarının   başlamasıdır.” Çağlar   açan YAZI, “Tarih Öncesi Dönemlerin son dönemi olan   Maden Döneminden -demirin bulunduğu zamanlara- MS 375 Kavimler Göçü’ ne kadar sürer.” Dönem adları değişir, yazı gelişimini sürdürür.

İnsanlık, tarih boyunca    ne büyük karmaşalar, düzensizlikler, savaşlar, adaletsizlikler yaşadı kim bilir? Bu nedenle yasaların ortaya çıkışı    gereksinimler ve zorunluluklardan doğmuştur,  diyebiliriz. İlk örneğini,  “Paris’te Louvr(Luvr) Müzesi’ne gidecek olursanız görebilirsiniz. “Hammurabi Kanunları”  (MÖ 1760 yılı). Babil’de   Esagila Tapınağı’na dikilen iki metrelik silindirik bir taş üzerine Akatça   yazılmış olan, arkeolog Jean Vincent Scheil   tarafından   1901 yılında   Fransa’ya götürülen   en eski yazılı yasa olan   dikili taş  çivi yazısıyla yazılmıştır. Yasalar   282 maddedir. Bu maddelerin 33’ ü okunamayacak durumda (madde 66-99) olup -13 sayısı o tarihlerde   uğursuz sayıldığı için- 13. madde yazılmamıştır. O günden bugüne taşınan ilginç bir batıl   inançla karşılaşmanın hoşluğunu da yaşıyorum aynı zamanda… Neden otellerin, apartmanların 13. katı/dairesi yazılmadan atlanır, sorusu yanıtını buldu belleğimde, belki siz benden önce öğrenmiş olabilirsiniz   13’ün şansızlığını!

Hammurabi  Yasaları’nı bu kez okuduğumda büyük çoğunluğunun   bugünkü yasaların da atası sayılabileceğini, insanın düzen arayışını, kural oluşturma bilincini… daha  iyi anladım ancak  katı, keskin, öldürücü, demokrasiden uzak yanları olduğunu da fark ettim. Kısasa kısaslar, kadın -erkek ilişkilerindeki aynılıklar, etik kurallar, kadına bakış açısı vb.  günümüz    yasalarıyla benzerlikler…  anlamak  hiç hoşuma gitmedi. Güzel olan yazıydı, yazının kalıcılığıydı

Tarihte ilk barış antlaşması olarak bildiğimiz   Kadeş Antlaşması’nı (MÖ1280) anımsatmadan geçmek istemiyorum. İnsanın barışı kurgulaması, savaşı durdurma çabası iyi ki yazıya geçmiş, iyi ki günümüze ulaşmış bu antlaşmayla.

Tarih, yazıyla yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştır artık. Kaya, taş, kumaş yerine, kâğıtlara, kitaplara, defterlere yazılmaya; çividen kalemlere uzanan buluşlar/yaratımlar, tarih sayfalarını aralamaya, el yazma kitapların yazılmasına kadar uzanır.

“Söz uçar, yazı kalır!” bilinci, dil bilincine yükselir, yazı da insan yaşamına yerleşir. Biriktirme/çoğaltma/ paylaşma   alışkanlıklarımız, “ağaç oyma matbaasının Çin’de icat edilmesi (MS 593) Uzak  Doğu’da”    yazıyı şahlandırır. İlk gazete MS 700 yılında Pekin’de basılır.” Anlatma sınırlılığım içinde   birkaç   tümceyle   aktarmaya çalıştığım bu   bilginin üzerinden yüz küsur yıl geçmiştir. Geçen zamana bakınız…Her şey çarçabuk olmamıştır!

Uygurların, Çinlilerden aldıkları matbaa ile 9. yüzyılda baskı yaptıkları Tun-Huang Mağarası’ndaki buluntulardan anlaşılmaktadır. Mısır 4,5. yüzyıllarda kumaş üzerine baskı yaparken ağaç oyma matbaada    aynı teknikle 9,10. yüzyıllarda   Arapça metin basmaktaymışlar.

Avrupa da ağaç oyma   tekniği ile kumaş baskı yapar olmuş. Hollanda’ da   1450 yılında Johannes Gutenberg, ortağı Fust ile birlikte Almanya’nın Mainz şehrinde metal harflerle basım tekniğini bulmuş ve matbaaya uygulamıştır. Gutenberg’in üretimi, özellikle de 1455’te bastığı İncil, yüksek kalitesi ve ucuz fiyatıyla kısa sürede başarılı olmuş, bu yeni buluş Avrupa’dan başlayarak tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Bize gecikerek gelen matbaa tarihçemize daha sonra başka bir yazıda göz atarız olur mu?

Kütüphaneler kurar, kitaplar ciltler, bir yandan da   savaş sonrası kentleri yağmalar, kütüphaneleri, yani “yazı”yı diri diri yakarız savaşlarda… Bir yanımız yaratım, diğer yanımız yıkımdır nedense? Yazıya hunharca davransak da o bir yolunu bulur, bir kalemin ucundan sayfalara döker kendini…Ve yazın(edebiyat) oluşturur çağlarca…

Yazı, sıklıkla, bir dildeki sözleri temsil eden simgeler sistemi olarak tanımlanır. Sözler kalıcı değilken yazı somut bir varlıktır ve sonsuza kadar korunur. Hem konuşma hem  yazma, bir dilin yapısal özelliklerine bağımlıdır. Bunun sonucu olarak belirli bir dildeki yazı, o dilin oral (konuşulan) formunun yapısal özelliklerine aşina olmayan bir kimse tarafından okunamaz. Shakespeare, “Vicdanım binlerce dilden konuşur/ Ve her dil bir öykü anlatır.” diyor. Biz de o zaman ana dilimiz Türkçeyle anlatırız öykümüzü ve istersek başka başka dillerle de…

 Önemli olan insan atalarımızın dil- yazı- abece/ matbaa- kitap- gazete-dergi-  gibi  buluşlarını dünyaya armağan etmiş   olmalarıdır. Dil/ tarih/yazı, yazın   ilişkisinin çok katmanlı oluşu, konunun uzun süreçlerde yazarak süreceğini gösteriyor.  Avularımızdan   yazarak kurtulabiliriz: panzehirimiz/ Panzehirimiz okumak/ yazı olsun…

Berna KÜÇÜKOĞLU

…………………………………………………………………………..

1.moradergisi.com/haber/yazinin-icadi-ve-tarihcesi-69406.html

2.www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/yazi-161

3.Tarihanasayfa.com

4.TDK Yazım Kılavuzu (son baskı)

5.TDK Türkçe Sözlük (son baskı)

6.Erdemin Başı Dil, Emin Özdemir, Bilgi Yayınevi, 2000.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

…………………………………………..

  1. moradergisi.com/haber/yazinin-icadi-ve-tarihcesi-69406.html

2.www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/yazi-161

3.Tarihanasayfa.com

4.TDK Yazım Kılavuzu (son baskı)

5.TDK Türkçe Sözlük (son baskı)

 

 

8 thoughts on “Balca Dil/ Dil-Yazı/ Berna Küçükoğlu

  1. Dilsad dedi ki:

    Tam zamanında. Bir mitoloji sözlüğü satin almıştım. Üstune bu yazı cuk oturdu.Dil,tarih ve yazın serüveni hep ilgi alanim oldu.Dergini ana sayfama taşıdım. Takipcin olacagım.Kutlarim.Gurur duydum arkadaşım.

  2. Nilgün ŞEN dedi ki:

    Bernaciğim çok güzel, bir solukta okudum. Tebrik ederim, takipteyim. Sevgiler

  3. Yaşar Engin dedi ki:

    Unuttuğum bilgileri hatırladım.Bir solukta okudum. Yazmaya devam Berna Hanım.Tebrikler.

  4. Birsen Karaloğlu dedi ki:

    Dilin ve yazının yaratım sürecini anlatan yazınızı ilgiyle okudum. Bilgi verirken, okuru da çağlar arasında renkli bir yolculuğa davet eden üslubunuz sayesinde metninizi ders notu okur gibi değil tam aksine bir söyleşi tadında okudum.

    Panzehir’in yayın kadrosuna bir edebiyat hocasının katılmasından çok memnun oldum. Daha bu ilk yazınız bile dil ve anlatım konusundaki bilgilerimizi güncelleyebileceğimizi ve yeni ayrıntılar öğrenebileceğimizi muştuluyor.

    Bir edebiyat dergisinde dil, yazı ve anlatım üstüne yazılar olmasının Dergimize de olumlu katkılar yapacağına inanıyorum.

    Panzehir Ailesine hoş geldiniz Hocam.

    1. Sevgili Birsen,
      Fahri sınıf arkadaşım, Panzehir’i bana önerdiğin günlerden sonra kendimi burada buldum, teşekkür ederim sana ve Aysel Hanım’a… Dil toplar, kendine çeker sevenlerini ve yazı başlar. Ben yazın deyince duramayanlardanım ancak disipline olmak adına burada oluşumun bana da katkı sağlayacağı kesin…
      Öğretmen bilgi notunu farklı yöntemlerle aktarır ki amaç didaktikliktir. Düşünce yazılarında didaktiklik egemendir ancak yazarın biçemi(üslubu) yazıyı, anlatımı bilgi notundan sıyırır. Ben yazma alanımı seçerken dergideki diğer alanlara katkı sağlar anlamında düşündüm senin de fark ettiğin gibi ve tabii zaman içinde farklı türlerdeki yazı örneklerimi de paylaşırım. Dergide yazan bütün kalemlere sevgiler, saygılar… Paylaşarak yazıda kalalım dileklerimle…

  5. aysel karaca dedi ki:

    Berna Hanım, çok teşekkür ederiz bu değerli bilgiler için. Panzehir ailesine ve köşenize hoş geldiniz…

  6. Berna dedi ki:

    Hepinize çok teşekkür ediyorum. Okuma/yazma ortak noktamız olunca yollarımız Panzehir’de kesişti. Yüreklendiren tümceleriniz motive gücümü artırdı. Yeni yaratımlarla yeni okuma evrenleri yaratmak üzere sevgiler… Berna

  7. Sevgili Dilşadcığım, iletine teşekkür ederim. Dil/yazın her zaman kesiştirir yolları… Sevgiyle

Berna Küçükoğlu için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir