Balıkçı ve Oğlu – Zülfü Livaneli

Tatil kitabı kıvamında olacağını düşündüğüm Balıkçı ve Oğlu tam bir hayal kırıklığı oldu.

Öğle saatlerinde iskelede, güneş şemsiyesi altında okumaya başladığım Livaneli’nin bu son romanını iki yüzme molası dışında ara vermeden üç saatte okudum. Hatta kitabın sonundaki söyleşiyi de okuduğum halde okuma açlığım hala devam ediyordu. Çünkü kitap ortalama bir okuru doyuramayacak denli zayıftı. Ne tadı vardı, ne de tuzu. Son sayfasını da okuyup, plaj çantama yerleştirdiğimde kendime kızıyordum. “Her yeni çıkana balıklama dalarsan zamanına da parana da böyle yazık olur”.

Müziğini, duygulu türkülerini daha çok sevdiğim Livaneli’nin, Seranad adlı romanını ilginç konusu nedeniyle etkileyici ve bilgilendirici, Konstantiniyye Oteli ve Mutluluk adlı romanlarını ise akıcı bulduğumu, hatta Leyla’nın Evi’ni beğendiğimi söylemeliyim.

2021 yılı Mayıs sonunda ön siparişle okura sunulan 120 sayfalık Balıkçı ve Oğlu bir roman değil aslında. Uzun bir öykü ya da bir “anlatı” olduğunu düşünüyorum. Kitabın arka sayfalarında Livaneli romanlarının artık İnkilâp Kitabevi tarafından basılmakta olduğu duyurularını görünce, biraz geriye gidip bu transferin öyküsünü araştırmak istedim.

Çok değil, pandemiden hemen önce 30 Aralık 2019’da gerçekleşmiş bu transfer.  Livaneli’nin İnkilâp Yayınevi sahibi ile sözleşme yaptığı törende çekilmiş fotoğrafların arasında yazarın el yazısı ve imzası ile “bu transferden ne kadar mutlu olduğunu” belirten notun fotoğrafına rastladım. Haberde üç yıl aradan sonra Livaneli’nin büyük heyecanla beklenen yeni romanının İnkilâp Yayınevi tarafından 2020’de yayınlanacağı belirtiliyordu.

Romanları çok satan popüler yazarlarımızdan Ahmet Ümit ve Aye Kulin de yayınevi değiştirdikleri döneme denk düşen yeni kitaplarını nasıl çalakalem yazdıklarına dair gözlemlerimi bu sayfada sizlerle paylaşmıştım.

Üç numaralı popüler yazarımız da aynı yolu izlemiş görünüyor. İnkilâp Yayınevi ile anlaşırken, ülkemizin yayıncılık dünyasının transfer raconuna uygun olarak, eski kitaplarının yayın haklarının yanına yeni bir roman eklemek zorunluluğu ile karşı karşıya kaldığı anlaşılıyor. Söz verdiği gibi yeni bir kitabını 2020 yılına yetiştiremeyeceğini anlayınca, bir bölümü “Yunuslar” adıyla daha önce Cumhuriyet’te yayınlanan öyküsüne, sağdan, soldan, oradan, buradan eklemeler yaparak, alel acele, derinliksiz, tutarsız kısa bir roman ortaya çıkarmış. Bir buçuk yıl gecikmeyle yayınevine teslim edebildiği bu kısa romanda Ege Denizinde mültecilerin yaşam savaşı bir balıkçı ailesi üzerinden anlatılmaktadır.

Mustafa ve Mesude bir balıkçı köyünün sakinleridir. Çocukluk arkadaşıdırlar. İkisinin de babaları erken ölmüştür. Aynı köyde büyümüş, önce arkadaş, sonra âşık, sonra da bir aile olmuşlardır. Babasının mesleğine sarılan Mustafa balıkçılık yapmaktadır. Oğulları Deniz yedi yaşındayken babası ile balığa çıktığı bir gün denizde boğulunca genç çiftin dünyası adeta durur. İçe kapanık, solgun, mutsuz ve durgun bir yaşama gömerler kendilerini.

Bir gün Mustafa balık avlarken denizde boğulmuş göçmenlere denk gelir. Onların cansız bedenlerini sahile götürmeye çalışırken, denizlerde tanıyıp, kolladığı yunus ailesinin kayığına doğru yüzdüğünü görür. Baba yunus burnuyla bir oyuncak botu iterek Mustafa’nın sandalına yaklaştırır. Mustafa oyuncak bota minik bir bebeğin bağlı olduğunu görünce şaşırır, hemen alıp, temiz su ve azıcık çikolata ile beslemeye çalışır. Sahile ulaştığında, ölen göçmenleri jandarmaya teslim eder ve bir sepete sakladığı bebek ile evine döner.

Mesude ile birlikte bebeğe sahip çıkarlar, beslerler, temizlerler ve herkesten saklarlar. Henüz iki aylık gibi görünen bebeğe kaybettikleri oğullarının adını verirler. Artık onların yeniden bir Deniz’i vardır. Ancak yaptıklarının yasal olmadığının cezalandırılabileceklerinin farkındadırlar ve çok tedirgindirler. Sahil güvenlik elemanları batan göçmen botundan denize düşen Afganistanlı birkaç kazazedeyi kurtarıp, ilçedeki hastaneye kaldırmıştır. Kendine gelen genç bir Afgan kadın hemen bebeğini sormaya başlar. Bu noktadan itibaren olaylar gelişir. Mesude kurtarılan bebeğe hemen bağlandığı halde sürekli Mustafa’yı uyarmış, yetkililerden bir şey saklamaması, olayın doğrusunu anlatması için ısrarcı olmuştur ama Mustafa denizde bulduğu yeni Deniz bebekten ayrılmayı bir türlü kabul etmemiştir.

Hikâyenin bundan sonrası eski Yeşilçam filmlerinde bile zor karşılaşacağımız tutarsız olaylarla zorlama tesadüflerle gelişir.

Livaneli güncel ve önemli bir konu yakalamış ancak anlatısına oldukça tutuk başlamış. En başta seçtiği konudaki kişisel tavrı inandırıcı değil. Yazar bu romanda içinde yaşadığımız coğrafyada ve içinde yaşadığımız zamanda yakınımızda olup bitenlere değinmekle yetinmiş. Daha önce Mehmet Eroğlu ve Ayşe Kulin romanları için söylemiş olduğum gibi, olayın ve durumun içine girmeden, kendi endişelerini ve duygularını tam yansıtmadan, “o günlerde böyle şeyler de olmaktaydı” tadında bir tür tarihe bir not düşmek adına, yazarımız bu kitabında çevre sorunlarından deyim yerindeyse başlıklar halinde söz etmiş.

Balıkçı ve Oğlu Zülfü Livaneli

Neler mi zayıf?

Örneğin romanda yunusların Afganlı Samir bebeğin içinde bulunduğu oyuncak botu ite ite Mustafa’nın sandalına getirip, bırakmaları masalsı bir öge. Şüphesiz şiirsel ama gerçeklik boyutuna ne kadar inanılır?  Mustafa’nın burada bir cümlesi var: “Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsa”.. Bu cümle çok önemsenmiş olmalı ki, romanın kapağına bir alt başlık olarak taşınmış.   Gene yazarımız romanda iki yerde “keşke bütün göçmenler ülkemizde kalabilseler” diyor. Ayın zamanda siyasetçi olan UNICEF Büyükelçisi olarak görev yapmış Livaneli’nin romantik duygularını bir roman sıkıştırmadan önce biraz daha düşünüp, taşınmasın beklerdim. Ülkemiz Suriyeli mülteciler yükü altında ezilmişken, Afganistan, Pakistan, Afrika nerden olursa olsun, sınırlarımızdan girebilen her göçmenin topraklarımızda kalabilmesini dileyen bir bakış açısının günümüz gerçekleri ile tutarlı bir yanı olduğunu düşünmüyorum.  Deneyimli Livaneli’nin de altı boş bu dileğini ulu orta dillendirmesini doğru bulmuyorum.

Hikâye Bodrum’da geçiyor ama adıyla sanıyla Bodrum’dan söz edilmiyor. Romanda; balıkçılara seminer vermeye köye gelen bir su ürünleri hocası yaptığı konuşmada Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın (Halikarnas Balıkçısı) yöreye yaptığı katkıları anlatıyor. Ayrıca Mustafa’nın balıkçı arkadaşlarından biri Bodrum’un tam karşındaki Kos (İstanköy) Adasına gittiğinde Yunanistan sahiline ayak basmayı başaran göçmenlerin kampa alınmayı beklerken, adanın sokaklarında, parklarında perişan bir halde yaşamaya çalıştıklarını gömüştür. Gümüşlük sahilinde bulunan Aylan Bebek de romanda kısa bir cümle ile varlık bulur. Mustafa’nın ağabeyi Ali‘de kitapta bir cümlelik yer işgal eder. Aydın’da bir çay ocağında çalıştığını okur olarak bilsek ne olur, bilmesek ne olur? Bu ağabeyden hiç söz edilmese daha uygun olurdu.

Sadece konu değil, kişiler tam olarak ete kemiğe bürünüp, karaktere dönüşüp, inandırıcı olamamış. Özellikle yan hikâyeler ve ikincil karakterler çok baştan savma yazılmış. Örneğin Mustafa’nın Nazilli’deki yaşayan kız kardeşi ve kocası ile ilgili bölüm sanki tamamlanması unutulmuş da yarım bırakılmış gibi.

Mustafa ile Mesude’yi saklı gizli Nazilli yollarına düşüren sorun ya da plan nasıl işledi, sadece nişan ve düğününde bir kere karşılaşmış oldukları enişteleri bu karışık işe dâhil olmaya nasıl ikna oldu vb sorulara romanda inandırıcı ve kapsamlı bir yanıt bulmak mümkün değil.

Bu arada ilgimi çeken bir ayrıntıyı izninizle paylaşmak istiyorum. Romanda Nazilli’den “fazla büyümemiş küçük ve sakin bir kasaba” olarak söz etmiş yazarımız. Benim coğrafya bilgime göre Nazilli Aydın ilinin nüfus açısından ikinci büyük ilçesi (160 bin nüfuslu) ve tarımsal üretim açısından çok verimli topraklara sahip zengin bir yöredir. Cumhuriyet dönemi öncesinde bile ülkenin incir ihracat merkeziydi. Üşenmedim araştırdım ve sanayi üretiminde çok gelişmiş olduğunu; Denizli, Aydın ve Muğla’dan oluşan “bölge” kapsamında sanayi üretimi açısından 5. sırada, istihdam açısından 6. sırada olduğunu öğrendim. Ünlü yazarımızın ülkemizi daha iyi tanımasını beklerdim doğrusu.

Bu arada kahramanlarımız bir balıkçı köyünde yaşamaktadırlar.  Balıkçılık, turizm ilçelerinde hatta köylerinde çok gelişmiştir. Tuttukları balıkları lüks restoranlara ve otellere satmaktadırlar.  Sahiller barlar ve eğlence yerleri ile doludur. Pek çok yazlık site yapılmıştır. Halk evlerini pansiyon olarak kiralamaktadır. Köyün gençleri bu iş yerlerinde veya ilçe merkezinde benzer işlerde çalışmaktadır. Bunları romanın başlarında öğreniyoruz ama sonuna doğru 103. sayfada köyün ileri gelenleri ahaliyi kahvede toplayıp, balık çiftliklerinden, köyün dışındaki ormanlık alanda yapılacak otelden, dağlarda altın madeni açılmasından doğacak zararlardan söz ederler ama bir karar alınmadan, bir öneri gelişmeden toplantı dağılır. Turizme çoktan teslim olmuş Bodrum ilçesinde dağ taş konuta ve otele dönüşmüşken, deniz gören yamaçlarda tek bir mandalina ağacı kalmamışken, tarlasını, tapanını çoktan inşaat yüklenicilerine satmış olan Bodrum köylülerinin bugün hala çevre bilincinden söz etmek ne kadar mümkündür?

Toplantının ardından Mustafa arkadaşlarının ısrarı ile onların planına katılır ve iyi bir dalgıç olduğu için  bir balık çiftliğinin ağlarını keserek, balıkların kaçmasını sağlar.

Sizce bu nedir? Yazarımız bize ne önermektedir? Yasal izinleri almış, gerekli yatırımı yapmış balık çiftliği kurmuş olan girişimcinin yatırıma zarar vermek çevreyi korumak mıdır? Balık çiftliklerinin kıyılara yakın yerlerde kurulmasına izin veren yöneticilerin sorumlu olduğunu bildiğimiz halde sabotaj yaparak, varmak istenilen sonuç nedir? Yazarımız bu kısacık romanda tek bir münferit olaydan söz ederek,  balık çiftlikleri sorununu çözmüş mü olmaktadır? Yoksa balık çiftliklerine saldırılması için balıkçılara bir sesleniş mi söz konusudur?

Bu arada özensiz bir ayrıntıyı dikkatinize sunmak isterim. Romanın 16. ve 17. sayfalarında köylerini tehdit eden çevre sorunlarından söz edilirken değinilen başlıklar hatta “ata dede mirası topraklar” betimlemesi romanın 101. ve 102. sayfalarında da aynı şekilde geçmektedir. Yukarıda da belirtmiş olduğum gibi, Livaneli yıllar önce başlamış olduğu taslak çalışmayı bitiremeyince kaleme aldığı ilk bölümü “Yunuslar” adıyla Cumhuriyet’in Pazar ekinde de yayınlamıştı. Ancak 2019 sonunda İnkilâp Yayınlarına transferi gündeme gelince, apar topar o çalışma yeniden tezgâha alınarak, bazı ekleme ve zorlamalarla roman formatı kazandırılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Buradan kitabın editörlerine bir selam göndererek, anlatıdaki tekrarları daha dikkatle temizlemeleri gerektiğini hatırlatmak isterim.

Mesude bir gün Mustafa’ya haber vermeden Ege Denizinde alabora olan göçmen botundan sağ kurtulan Afgan kadını görmek üzere ilçedeki hastaneye gider. Hastanede temizlik görevlisi olan ve köyden komşusu olan Kübra Mesude’ye yardımcı olacaktır. Romanın en acılı en ağır bölümlerinden biridir bu sayfalar ve genç Kübra yaşlı bir hasta yakını hakkında sözde çok komik olan bir olay anlatır Mesude’ye. Bu sözde komik olayın romanın bu ağır bölümüne hiç ama hiç yakışmadığını, yeri ve gereği olmadığını özellikle belirtmek isterim.

İlerleyen günlerde Mesude yaşamının en sıkıntılı döneminde karşılaştığı genç avukatı pek beğenir ve aklından Kübra ile tanıştırma düşüncesi geçer. Allah aşkına sizce bu makul bir durum mudur? Hayatının en sıkıntılı dönemini yaşayan, kafası çok karışık ve çok endişeli olan bir kişi üstelik aralarında “sevimli olmak” dışında hiçbir ortak özelik olmayan iki genci tanıştırmayı nasıl düşünebilir?  Bu nasıl mümkün olabilir?

Mustafa’nın tutuklanması, hapishane koğuşundaki yaşamı, sonra salıverilmesi o kadar acemice ve eksik yazılmış ki, okur olarak akışı kaybediyorsunuz, anlatının içine girmek, benimsemek mümkün olmuyor. Gereksiz bir ayrıntı da, Mustafa’nın her sabah balığa çıkmadan önce bir çay bardağı zeytinyağı içiyor olmasıdır. Yazarımız Ege sahilinde yaşayan herkesin  zeytin ve zeytinyağı ile haşır neşir olduğunu düşünmüş olmalı. Bir kere balıkçılar sert adamlardır.  Zorlu hava koşullarında hayatta kalmak, kayığını korumak ve ekmeğini denizden çıkarmak zorundadır. Öyle sabahları zeytinyağı içerek sağlıklı yaşamak gibi bir öncelikleri olabileceğini doğrusu düşünemiyorum. Öte yandan Mustafa karakteri zaten içine kapanık biri iken, oğlunun deniz kazasında yitip gitmesi ile iyice yaşamdan kopmuştur. Mustafa’nın yaşamla bağının minimal düzeyde olduğunu bize anlatan Livaneli’nin, aynı Mustafa’nın her sabah düzenli olarak aç karnına zeytinyağı içmesini aynı anlatıda nasıl buluşturduğunu anlayabilmiş değilim. Yazarımız burada sanıyorum son dönemlerde geliştirdiği ve yararlı olduğuna inandığı bir alışkanlığı Mustafa karakteri üzerinden okuruna öğütlemeyi amaçlamış ancak hiç ama hiç olmamış.

Yazar balıkçılık konusunda bazı teknik ayrıntılar veriyor, bu bölümde dersini çalışmış olduğu anlaşılıyor ama taslak özenli bir şekilde gözden geçirilmediği için “kaloma ustası” (misinayı ne zaman salacağını, ne zaman çekeceğini bilmek) yeteneği hem Mustafa, hem Mesude hem de Mustafa’nı kız kardeşi Filiz için kullanılmış. Balıkçı köyünde hemen herkesin balık tutmayı bildiği kabul edilebilir ama aynı aileden üstelik ikisi kadın üç kişinin de usta olarak nitelenmesi abartmak veya tekrar düşmek olarak açıklanabilir.

Yaşlı Adam ve Deniz | D&R - Kültür, Sanat ve Eğlence DünyasıLivaneli’nin kitabına verdiği addan başlayarak bu romanda Hemingway’e öykündüğünü düşünüyorum. Zülfü Livaneli dilimize Yaşlı Adam ve Deniz ya da İhtiyar Balıkçı adıyla çevrilen ünlü romandan uzunca söz ederek, Hemingway’e özel bir selam göndermiş.

Kitabın arkasına eklenen söyleşide ”hep bir deniz romanı yazma hayali olduğunu” söyleyen Livaneli bence bir deniz romanı değil, Ege denizinde niteliksiz botlarla yaşam mücadelesinde yitip giden göçmenlerin acılı durumunu anlatmış. Ayrıca 2002 yılında yazmış olduğu, sinemaya da aktarılan Mutluluk adlı romanında kahramanların bir süre bir balık çiftliğinde çalıştıklarını, ardından zengin bir akademisyenin teknesinde yaşadıklarını unutmuş görünüyor. Bana kalırsa kitapta da deniz en az bu son romandaki kadar yer tutmaktaydı ve öneme sahipti.

Balıkçı ve Oğlu konusunda kitabın arkasına eklenmiş olan söyleşinin de Livaneli’nin yeni romanını merak eden bir yazar veya gazeteci tarafından değil de, kitaba birkaç sayfa daha ekleyebilmek amacıyla bizzat yayınevinin editörlerince yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu söyleşide Livaneli hep yaptığı gibi övüngen bir dil kullanarak şöyle demektedir: “ilk gençliğimden beri bir deniz romanı yazma hayalim vardı. Belki de ortaokul lise yıllarıma damga vuran Hemingway tutkusunun bir sonucudur bu. Biyografimi okuyanlar bilir. 60’lı yıllarda Ankara’da delice bir tutkuyla kitap okuyan bir çocuktum.” Burada sormak istiyorum: Sizce bu paragrafta “Biyografimi okuyanlar bilir” cümlesine ihtiyaç var mıdır? Bu cümle çıkarıldığında bir anlam bozulması, kayması oluyor mu? Okurlarından mutlaka biyografisini okumalarını beklemek ve 14-15 yaşlarındayken kitap okumayı çok sevdiğini akıllarında tutmalarını beklemek nasıl bir kişiliğin işaretedir?

Gene yayınevi tarafından romanın sonuna eklenen 5 sayfalık Livaneli’nin eski kitaplarının artık İnkilâp tarafından basılacağına ait duyuruların üçünde yakın dostu Yaşar Kemal’in bu kitaplarla ilgili yazdığı birer cümlelik değerlendirmeler kullanılmış.

Yaşar Kemal Livaneli yapıtları için acaba ne demiş?  Geliniz, birlikte okuyalım.

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm (2001): “Gerçek bir şaheser! Teknik ve psikolojik olarak mükemmel. Öldürmek mi bağışlamak mı ikilemini en iyi veren roman.”

Mutluluk (2002): “Livaneli’nin cesaretle ve derinlemesine ele aldığı bu roman, bir Shakespeare trajedisi yoğunluğunda.”

Son Ada (Ekim 2008): Zülfü bu romanda inanılmaz ölçüler, olanaklar yaratmış. Her şey birbirine uyuyor. Edebiyatta görkemli bir söz vardır, büyük kapıdan girmek.  Bu büyük bir eserin yazarı demek. Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir. “

Çok yakın dostu olan Yaşar Kemal’in Livaneli romanları hakkında sadece bu cümleleri kurmuş olması oldukça ilginç.

Livaneli’nin “Gözüyle Kartal Avlayan Yazar: Yaşar Kemal” adlı kitabının Şubat 2016’da yayınlandığını da bu vesile ile hatırlatalım.

Livaneli yukarıda söz ettiğim söyleşide Hemingway’den söz ederken şöyle diyor: “Onun süsten ve laf kalabalığından arındırılmış, birçok şeyi sözle değil eylemle anlatan  roman anlayışından etkileniyordum. Büyük sanat yapıtlarında olduğu gibi yazdığı cümlelerde bir buzdağının ucunu gösteriyor, alttaki görkemli dağı anlatmadan okurun duyumsamasını sağlıyordu. Sadece yazdığını değil, yazmadığını da yaratma gücüne sahipti.”

Livaneli’nin Balıkçı ve Oğlu romanında tam olarak neyi başaramadığını kendi sözlerinden alıntıladığım bu satırlar çok net olarak ifade etmektedir.

Bu romandan bir gün önce okuduğum Nobelli yazar Kazuo Ishiguro’nun Klara İle Güneş romanının “sadece yazdığını değil, yazmadığını da yaratma gücüne sahip” bir yazarın kaleminden çıkmış olduğunu gönül rahatlığıyla söylemek isterim.

Bir eleştirmene göre Ishiguro, “anlatmak, hatırlatmak, vurgulamak istediği konuları anlatıda öne çıkarmıyor. Söylemek istediklerini ayrıntılara, diyaloglara, nesnelere gizliyor. Anlatılan hikâye devam ederken, kitaptan neyi ne kadar alacağı ve hangi problemi daha çok önemseyeceği, tamamen okurun elinde”.

Livaneli’nin romanında değindiği sorunlar bir haberde, bir basın bülteninde, bir makalede karşılaştığımız biçimde anlatılmış. Romanın adı, niyeti, konusu ve yan hikâyeleri arasındaki bağ kurulamamış.

Son olarak Ekşi Sözlük’te karşılaştığım bir yorumu paylaşmak istiyorum. Bir okuru şöyle yazmış:  “Eğitim kalitesi ortalamanın üstünden olan bir lisede Ege Denizinde yaşanan düzensiz (kaçak)  göçmen sorununu konu alan bir roman yarışması düzenlense Livaneli’nin Balıkçı ve Oğlu romanından daha iyi yazılmış en az beş roman dosyası çıkacağına inanıyorum.”

Birsen Karaloğlu

4 thoughts on “Balıkçı ve Oğlu – Zülfü Livaneli/ Birsen Karaloğlu

  1. Sema Arslan dedi ki:

    Sevgili Birsen Karaloğlu, yazdıklarınızı ilgiyle okuyorum. Zülfü Livaneli sizin gibi bir okuru olduğu için çok şanslı bir yazar. Akıcı ve yansız eleştiri biçeminiz var. Şapka çıkarıyor, alkışlıyorum.

    1. Birsen karaloğlu dedi ki:

      Ah sevgi dolu, aydınlık yürekli, cömert kalpli arkadaşım.
      Beni hep cesaretlendirmektesiniz. İltifatlarınıza layık olabilmeyi diliyorum. Sevgiyle selamlıyorum.

  2. Sedef Ergürbüz dedi ki:

    Yalın, gerçekçi ve doğru tespitleriniz sayesinde yazılarınızı okuduktan sonra o kitabı hemen okumak / okumamak isteği uyanıyor. Emeğinize, kaleminize sağlık. Kutluyorum…

    1. Birsen karaloğlu dedi ki:

      Kıymetli Editörüm,
      Bu yazıda bir miktar haddimi aştığımı düşünüyordum ama yakından tanıdığım muhteşem bir okur kendi instagram sayfasında yazarın bu romanı için “keşke sadece müzikle uğraşsa” demiş.
      Ayrıca eski tüfeklerden yakın bir arkadaşım da bana telefon ederek, “cesur olduğumu ve birilerinin de dokunulmaz sanılan ünlülerimize bu kez olmamış diyebilmesinin iyi bir şey olduğunu” söyledi.
      İlgi ve desteğinizi her an hissettirdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Sevgiyle selamlıyorum.

Sema Arslan için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir