sulbiye yildirim
Sülbiye Yıldırım

BABAMIN ÖLÜ KUŞLARI

Kapı çalınıyor, annem açıyor. Sesini duyuyorum, babam.

Sırtında soluk asker yeşili avcı ceketi, elinde tüfeği, belinde fişekliği, baştan aşağı toza kesmiş bir halde salonun ortasına kadar geliyor. Toprak, is, ölü hayvan kokusu karışımı bir koku kendisiyle birlikte evi dolduruyor. Kumral saçları, iki gün süren av partisinin mekânı dağ tozlarının griliğine bürünmüş. Yorulmuş belli, yavaş hareket ediyor. Hareketlerinden, görüntüsünden, kokusundan o iki günün bütün öyküsünü okuyorum. Kim bilir bu kaçıncı okuyuşum.
Çantasını, tüfeğini yemek masasının üstüne koyuyor. Ceketini çıkarıyor yavaşça, karşısında her zamanki gibi, söylediklerini yapmaya hazır bekleyen anneme uzatıyor. Annem hemen uzanıp alıyor ama ürkek bakan gözleri belindeki kızıl kahve fişeklikte.
Deri, el yapımı özel bir fişeklik bu, avcılar için yapılmış. Sağ önünde, tokasına yakın yerde, on üç tane, ucunda metal halkalı ince şeritleri olan, kuşlara özel fişeklik. Babam vurduğu kuşları boyunlardan, bu metal halkalar vasıtasıyla sabitleyip şeritlere asıyor. Asılmış kuşlar; bıldırcın, keklik, çil, fişeklikte sallanıyor. Deri, kahve kızılı fişeklik, babamın belindeki darağacı.
Fişekliğin tokasını çözüyor, belinden çıkarıyor. Asılı kuşlarda bir dalgalanma uçacak gibiler. Annem atılıyor, bekletmeden onu da almak için uzanıyor. Vermiyor babam, kendisi masanın üzerine koyuyor. Kuşların gövdeleri masadan aşağı sarkıyor, yavaşça yayılıp dalgalanıyorlar. Gri bir zar hepsinin gözlerini örtmüş, gözbebeklerini göremiyorum. Çaresiz, korkak bir sallanış içindeler boşlukta. Koşup tek tek çıkarmak istiyorum hepsini. Yaklaşıyorum, elimi boyunlarındaki cendereye uzatıyorum. Çıkarsam hepsi, hepsi bir tarafa uçuşup, canlanacak, biliyorum,
“Elleme sakın!” diye bağırıyor babam. “Sakın elleme! Fişekliği düşürürsün!” Korkuyla geri kaçıyorum. Anneme dönüyor, “Kuşları çıkar da fişekliği kaldır ortadan.” diyor. Babamın söylediklerini yapma telaşında masaya yaklaşıyor annem. Asılı en büyük kuştan başlıyor. Kuş askısının ince deri şeritlerinin ucundaki metal halkayı gevşetiyor, başını kurtardığı kuşu masanın üstüne koyuyor. Sırayla öteki ölü kuşları da kurtarıyor cendereden, diziyor yan yana. Son şansları kuşların, isteseler uçup gidebilirler. Pencereyi açıyorum kimse görmeden. Gitmiyorlar, uçmuyor hiçbirisi. Kızıyorum onlara. Masada on iki kuş, yan yana dizili öylece yatıyorlar. On üçüncü askı boş. Babam on üçün uğursuzluğuna inanıyor, o bir halkayı hep boş bırakıyor. “Çantamdakini unutma, biri de çantamda!” diye sesleniyor.
Annem koyu yeşil avcı çantasından on üçüncü kuşu çıkarıyor. Dışarı çıkan kuş annemin elinde takasız bir şekilde çırpınmaya çalışıyor. Annem irkiliyor, elinden atıyor kuşu. Bütün vücudu şiddetle titremeye başlıyor. Babama dönüyor, soluk rengi bembeyaz olmuş, “Ama… Ama… bu daha ölmemiş.” diyor, duyulmaz bir sesle. Kuş yerde, arada sırada zayıf seğirişler var vücudunda.
Babam gülerek anneme yaklaşıyor, “Evet ölmemiş, kır boynunu da ölsün, acı çekmesin zavallıcık!” diyor, kahkahasının eşliğinde. Sonra eğiliyor, yerden yarı canlı kuşu alıp anneme uzatıyor, “Ne yapayım dayanamadım, on üçüncü kuşu da vurdum bugün. Eceli gelmiş, neylersin, çevremde dolandı durdu!” Kahkahası odada yankılanıyor.
Annem kuşu eline alıyor, iki avucunun arasında merhametle tutuyor, yüreğinin üstüne götürüyor. Gittikçe şiddetlenen bir titreme içinde tekrar babama uzatıyor, “N’oluyor!” diyor babam, hiddetle. “Sanki hiç can çekişen kuş görmedin! Kır boynunu ölsün!” Annem geriye sıçrıyor, elinden kuş yere düşüyor. Babam kuşu alıp tekrar anneme uzatıyor, “Kır boynunu! İşte böyle!” diyor, işaret ve baş parmağı arasında tuttuğu kuşun boynunu çeviriyor. Kocaman bir çıtırtı duyuyorum. Ellerimle kulaklarımı kapatıyorum. Olmuyor. Çıtırtı büyüyor, büyüdükçe büyüyor, gök gürültüsüne dönüşüyor. Kıvrıla kıvrıla odanın içinde yayılıyor, duvarları, fişekliği, ölü kuşları, annemi, en çok da annemi kaplıyor.
Duymak istemiyorum susturun ne olur! Bana doğru geliyor!
Ç!.. I!.. T!..
“Kır boynunu! Kır boynunu! Kır boynunu!”
Ç!.. I!.. T!..
“Kır boynunu!”
Ç!.. I!.. T!… … Hiç susmuyor.
Annem “Hayır!” diye feryat ediyor, “Hayırrr!”
Babam anneme yaklaşıyor arkasından, bir eliyle ensesinden tutuyor, öteki eliyle de çenesinden tutup yüzünü kendine çeviriyor, “İşte böyle, çok kolay, kırayım mı seninkini de…” diyor, tıslayarak. Annemin gözleri büyümüş, bakışlarındaki çekingenliğin yerini öfke almış. Sanki annem değil, farklı bir şey var gözlerinde. gözleri bana kayıyor, “Çocuk…” diyor fısıltıyla, beni işaret ederek.
Babam annemin boynunu bırakıp bana dönüyor, suçüstü yakalanmanın tedirginliğiyle göz kırpıyor, oyun oynar gibi. Başıyla ‘git’ işareti yapıyor, “Hadi dışarı, kapıyı da kapa.” diyor, babamın olmayan sesiyle. Korkuyla dışarı koşuyorum, kapıyı kapatıyorum telaşla. Bütün vücudum, çenem, bacaklarım, kalbim bile titriyor. Dizlerim tutmuyor, yürüyemiyorum. Kapının önüne yığılıyorum. İçime büzülüyorum, gözlerimi sıkı sıkı kapatıyorum, kulağımda gürültülü bir ÇIT… Tek düze bir ritimde yankılanıyor tekrar tekrar.
İçerden babamın hırıltıları, annemin yalvarmaları geliyor, “Bırak beni, n’olursun, yapamadım,” “Ben yap dedimse yapacaksın! On üçüncüyü sana bırakmıştım, kıracaktın boynunu!” “Yapamazdım ki!” “Yapamazmış, dön arkanı! Çırpınma, eğil, biraz daha… Rahat dur, yorgunum uğraştırma beni!”
Gürültüler yükseliyor, babamın hırtıları annemin yalvarmalarını, acılı inleyişlerini bastırıyor. “Rahat dur! Direnme! her seferinde zorluk çıkarma!” diye hırlıyor durmadan babam. Annemin sesi kesiliyor. Bu sessizliği bozan başka bir ses var, içerden gelen, fişeklikteki kuşların salınımı gibi, tekdüze… Sonra o da kesiliyor.
Sessizlik korkutuyor, annemi duymak istiyorum duyamıyorum. Sessizlik uzuyor, uzuyor kapının altından yanıma kadar sokuluyor. Sevmiyorum bu sessizliği.  Dizlerimi karnıma çekip başımı koyuyorum üzerlerine, bu sessizlikte uyumak istiyorum. Gözlerimi kapatıyorum, uyuyamıyorum. İçimdeki çıtırtı büyüyor yine, büyüyor, büyüyor, o kocaman sessizliğin yerini alıp koca bir patlamaya dönüşüyor. Yüreğim, kulaklarım, gözlerim bu sesle doluyor, ses her yanımı lime lime doğruyor, paramparça oluyorum. Parçalarım sızlarken sağır eden bir sessizliğe ve kimsesizliğe bürünüyor dünya yeniden.
Zaman geçiyor… Çok zaman geçiyor… Ne kadar zaman geçiyor bilemiyorum, kapı açılıyor annem çıkıyor. Saçları dağılmış, dudağının kenarından kan sızıyor, ayağında terliğinin teki yok. Beni görmüyor, elinde babamın tüfeği, çırılçıplak önümden geçip gidiyor.

Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

1 thoughts on “BABAMIN ÖLÜ KUŞLARI / Sülbiye Yıldırım

  1. Birsen Karaloğlu dedi ki:

    Çok az sözcükle ve çarpıcı bir anlatımla okurunu sarsan bir öykü. Kutlarım.

Birsen Karaloğlu için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir