AYŞE KULİN’İN İZİNDE 2. BÖLÜM

(İçimde Kızıl Bir Gül Gibi – Dönüş)
Depresyondayım galiba!

Kendimi “Ayşe Kulin” külliyatına kilitledim.0

Hiç normal değil.

Üç adet daha önce okunmamış kitap (Tutsak Güneş, Hayal, İçimde Kızıl Bir Gül Gibi) ile aynı hikâyenin devamı olarak yazılmış ve daha önce okumuş olduğum dörtlemeden iki kitap (Handan ve Dönüş)  ve de hızlı okumayla yeniden gözden geçirilen iki anı kitabı (Hayat ve Hüzün) sadece iki gece, iki gün boyunca okunur mu?

Fiziksel olarak, “evet, okunur.”

Çarşamba ve Perşembe günleri sanal marketten gelen sebzeler bozulmasın diye, evdeki tüm tencereleri dolduracak kadar, hatta (ömrümde ilk kez) derin dondurucuya koyacak kadar yemek pişirince, sokağa çıkma yasağı sırasında okumaktan başka yapacak bir iş kalmadı.

Saatlerce hem film izler, hem de ütü yaparım, hiç gocunmam. Bol köpüklü bulaşık yıkamaya bayılırım. Sibel’in evinde, makinede bekleyen tabakları bile çıkarıp, yıkamışlığım vardır ama ev temizliğinden mümkün olduğunca kaçarım.

Elli günlük iş bölümümüz şöyle.

Yemek, bulaşık, çamaşır, ütü bana ait.

Sofra kurmak, kaldırmak, salata yapmak, meyve tabağı hazırlamak, kahve yapmak işleri Murat’ın kız kardeşi Mine’ye ait.

Benim taşıdığım veya sanal marketten satın aldığı alışveriş torbalarını açmak, yiyecekleri temizlemek, tüm gün ve gece boyu çay ve ıhlamur demlemek, ara atıştırmalıkları servis etmek, kahvaltı hazırlamak, Yumak Oğlan’ın yemek ve bakım işlerini düzenli olarak yapmak, çiçekleri sulamak vb işler Murat’ın görevi.

Beş haftadır dış kaynak kullanamadığımız için temizlik işini ise, minimum düzeyde ve hep birlikte hallediyoruz.

Evde tıkır tıkır işleyen “iş bölümü” sayesinde; yemek pişirmediğim günlerde, yemek masasında buluştuğumuz anlar dışında okumaya ara vermem gerekmiyor.🦋

Akşam yemeği sırasında dört, beş kanalda atlayarak, zıplayarak gündemi izliyor, tartışma programlarına göz atıp, saat 21.00 itibariyle TRT2 kanalındaki filmlerin karşısına yayılıyorum. Bazen de bugün olduğu gibi ütü yapmam gerekiyor.

Dün gece Ayşe Kulin’in yazma serüvenini anlattığı “Hayal’ adlı anı kitabını okudum. Kitabın ilk yarısında; kitap yazma ve yayınlama sürecinde kendisine yapılan haksızlıklara fazlaca takılıp kalmış olduğu, aradan geçen kırk yıldan sonra bile fazla vurgu yapmasından kolayca anlaşılıyordu. Kitabın ikinci yarısında ise, “Adı Aylin”den sonra her yıl okura yeni bir “şey” sunma telaşı öne çıkıyordu.

Gerçekten müthiş bir telaş! Okurunu kaybetme veya yeni bir yazara kaptırma telaşı!  Öyle ki; yayıncıyla yaptığı bir konuşmada “okuru boş bırakmayacaksın” cümlesi geçiyor.

Ne demek şimdi bu?

Edebiyat okuru “Fan Kulup üyesi midir?”

Bu mudur, yazarın gözünde okurun yeri?

Telaşın sonunda Nazım Hikmet yılı sona ermeden, kış aylarında düzenlenen kitap fuarına alelacele yetiştirilen, “İçimde Kızıl Bir Gül Gibi” adlı incecik anı kitabı raflarda yerini aldı.

Nazım’a adanmış bu kitabın yarıdan fazlası Nazım şiirleriyle (iyi ki) donatılmış.  Diğer yarısı ise yazarın ortaokul yıllarında Nazım şiiriyle ilk tanışması (en iyi bölüm) ve yaşamından kimi kesitlere “Nazım esintisi” eklemekten ibaret.

Son bölüm ise, bence Nazım’a ihanet!

Evet ihanet!

Ayşe Kulin bu kitabın son bölümünde Londra günlerindeki duyguları ile Nazım’ın ülkesinden uzakta yaşamak zorunda kaldığı dönemdeki duyguları arasında benzerlik kuruyor. Yazarımız kendisini aldatan kocasını terk ederek, inat ve gururla Londra’ya yerleşmeye gider. İngilizce bilmesinin güveniyle “iş bulup, çalışmak ve çocuklarını yanına almak” iddiasından ise kısa sürede vazgeçip geri dönen yazarımız, Nazım’a öykünerek bu dönüşüne mazeret olarak, inanılmaz bir İstanbul hasreti eklemlemeyi başarmış. Yazınsal alanda kendini başarıyla ifade etme yeteneği nedeniyle yazarımızı tüm samimiyetimle alkışlıyorum.

Yazarımız kitap piyasasından olumlu yanıt ve okurdan sempati toplama konusunda son derece becerikli. Hava durumunu yakından takip etmek durumunda olan tarım üreticileri veya tekne balıkçıları gibi piyasayı, sıcak gündemi bu kadar yakından takip ederek fırsatları değerlendirme yaklaşımı ile iyi kitap yazılabilir mi?

Tam da bu noktada;  tüm dünyada 70 milyondan fazla satılan ve halen her yıl iki yüz elli bin adet satılmaya devam eden “Gönülçelen” ve “Çavdar Tarlasındaki Çocuklar” adıyla iki farklı yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan kitabın yazarı Salinger’i hatırladım. Aşırı ünden ve ilgiden bunalan ve bu ünün yazmasını engellediğine inanarak; 2010 yılında, doksan yaşında vefat edene kadar hiç durmadan yazdığı halde, 1965’den sonra tek bir öyküsünü bile yayınlatmayan münzevi dâhiye selam olsun.😍

Bugün, Ayşe Kulin’in Dönüş adlı romanını ikinci kez okuyunca, “çalakalem” yazmanın “ne demek” olduğuna bir kez daha tanık oldum.

Ana (temel) hikâyeyi lastik gibi uzatan ve bu arada ilk bölümlerde “ne denmiş, nasıl tanımlanmış” olduğu unutularak, seyirciyi aptal yerine koyan televizyon dizilerinde olduğu gibi; eşcinsel aşkı anlatan ilk kitaptan sonra, yazılan üç kitapta da aynı konu diğer üç önemli karakterin bakış açısıyla anlatılmış. Ancak, her üç kitapta da, karakterlerle yakınlık kurmakta zorlanıyoruz. Yüzeysel, ruhsal derinlikleri olmayan roman kahramanlarını pek sahici bulmuyoruz.  Genel olarak çevresindekilere her zaman nazik, duyarlı yaklaşan ‘Baba-İlhami’ dışındaki kahramanlar bencil, benmerkezci, “hep haklı” tipler olarak karşımıza çıkıyor. Hiçbirinin kendileri dışındaki dünyaya karşı bir duyarlılığı yok. Sanki yeryüzünde kendilerinden başka kimse yaşamıyor.

Örneğin; Urla-Karaburun hattındaki zeytinliklerin rüzgar enerjisi tesisi kurulması nedeniyle kesilmesi veya Gezi Parkı direnişi ve 1 Haziran 2013 tarihinde Dolmabahçe’deki Bezm-i Alem Valde Sultan Camii’nde yaşananlara söz konusu romanlarda hep başkalarının öyküleri, tesadüfi karşılaşmalar olarak yer verilmiş. Ülkede yaşanan gelişmeler arka fonda kendi başına akıp gidiyor, anlatılan hikâye ile bütünleşemiyor.

Romanda sosyal ve politik olaylara hiç değinilmese ve sadece ana öykü aksa daha iyi olabilirdi. Sanki toplumsal olaylara takvimsel anlamda atıf yapılarak, hikâyeye gerçeklik kazandırılmaya çalışılmış.

Diğer yandan; Dönüş adlı kitapta en az dört kez “zombi gibi görünmek” ifadesi kullanılmasını, “yorgun ve bakımsız” görünme durumuna yeni bir tanım-isim verilme çabası olarak mı, yoksa kelime hazinesinin yetersizliği olarak mı (Kulin’de pek mümkün değil) değerlendirmek gerekiyor?

Bana sorarsanız; ana karakter Derya’nın yeni tanıştığı mimar Hakan’a 266. sayfada e-posta adresi vermesi, sadece 5 sayfa sonra ise,  e-posta adresini mesajla göndereceğini söylemesi örneğinde olduğu gibi bu özensizlik ancak “çalakalem” yazmakla açıklanabilir.

Babasının eski sekreterinin Derya’ya gönderdiği kısa e-posta mesajında iki kez “Baba’nın, Urla’nın bir köyünde şarapçılık yaptığı” ifade edildiği halde, ilerleyen sayfalarda ise şimdilik sadece üzüm yetiştirdiği anlaşılıyor.

Serinin dördüncü kitabı olan Handan’da durumun iyice saçmalık haline dönüştüğünü ilkyazımda anlatmıştım. Urla’da tesadüfen bir kitapçıda Handan ile karşılaşan Derya, ayaküstü üçüncü kitapta geçen olayları özetliyor ve Handan’ı akşam yemeği için Babasının bağ evine davet ediyordu. İlerleyen satırlarda ise, aradan bir yıl geçtiğini ve Handan’ın bağ evindeki akşam yemeğinde İlhami’yi kendi şarabını üretmek konusunda ikna etmiş olduğunu ve bir kaç gün sonra üretilen şarapların tanıtım etkinliklerini başlatacağını öğrenmiştik. Anlatılan hikâyenin kurgusundaki bu acele ve dikkatsizlik karşısında pes ediyoruz.

Birinci kitabın (Gizli Anların Yolcusu)  sonunda gerçekleşen ve kahramanları farklı ülkelere postalayan olaydan bir yıl sonra Handan’ın kardeşini ziyaret için gittiği Miami’den İstanbul’a tam da Gezi direnişinin ilk günü,  yani 30 Mayıs 2013’de döndüğünü,  serinin dördüncü romanı olan Handan’da öğrenmiştik. ABD’den dönüşünden sadece iki hafta sonra, Haziran ortalarında Urla’da Derya ile karşılaştığını ve Derya’nın kendisinin bir yıldan bu yana ve babasının ise üç yıldır bir köydeki bağ evinde yaşadığını da aynı kitapta okumuştuk.

Ancak serinin üçüncü kitabı olan Dönüş adlı romanda, Derya’nın herkesi başka bir tarafa savuran olaydan sonra, iki yıl Londra’da sanat tarihi okuduğunu ve heykel derslerine devam ettiğini öğrenmiştik.

Demek ki neymiş? Kahramanların darmadağın olduğu olaydan sonra, Derya ve babası için en az 3 yıl geçmiş ama nedense Handan için sadece bir yıl geçmiş.

İnsan olay örgüsünü ve kronolojik sırayı gösteren bir çizelge yapmadan dört kitaplık bir seri roman yazar mı?

İnsan yazdığı taslakları en az on kez yeniden okumaz mı?  Tekrar tekrar yeniden yazmaz mı? Yakınlarına okutmaz mı?

Ya editörler? Sahi onlar ne yapar?

Kitap fuarlarına internet fenomenlerinin fotoğraflarını koydukları cicili bicili kapaklar içinde “çöp”mü yollarlar?

2017’de Yalıkavak’ta rastladığım bir kitap fuarı-sergisinde tam da böyle bir gözlemim olmuştu.

2 thoughts on “Ayşe Kulin’in İzinde: “İçimde Kızıl Bir Gül Gibi” ve “Dönüş” Romanlarından Çağrışımları/ Birsen Karaloğlu

  1. A. İhsan dedi ki:

    Eline, yüreğine sağlık kıymetli arkadaşım. Başarılar diliyorum, yolun açık olsun…

  2. Birsen Karaloğu dedi ki:

    Çok teşekkür ederim, okuldaşım, dostum, yoldaşım. Her ne yazsam beğenmeğe hazır yüce gönlünüze hayranım. Sizi sevgiyle selamlıyorum.

Birsen Karaloğu için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir